23 Kasım 2014 Pazar

Yok


Lewis Carrol tarafından yazılan, her dönemin hayal gücü aşıkları tarafından zevkle okunan Alice Harikalar Diyarı'nda bir söz geçer. Alice, beyaz tavşana şaşırmış gözlerle bakarak:
 - Hangi yoldan gideyim? diye sorar. Lewis Carrol sonradan sosyal medya duvarlarını süsleyecek olmasından bir haber yarattığı beyaz tavşanını konuşturur:
 - Nereye gideceğini bilmiyorsan, hangi yoldan gittiğinin hiçbir şekilde önemi yok. 
  Doğadaki canlıları konuşturma gibi özelliği bizlere sık sık La Fonten'i anımsatsa da yazdıklarına "masal" perspektifinden bakmak oldukça sığ olacaktır. Alıntı yaptığım bu diyalog üzerine yoğunlaşılırsa insanların 1800'lü yıllarda da kendi yolunu çizmek gibi bir sıkıntısının olduğunu anlayan Lewis, bunu bu şekilde dile getirmiştir. Ufak bir kızın beyaz bir tavşanla birlikte deliğe girmesi ne kadar hayal gücü eseriyse, yolunu bulamayan insanların oluşu da o kadar gerçek.
 Nereye gideceğini bilmeyen insanlar olarak sürükleniyoruz kalabalık caddelerde, üst üste. Gideceği yolu bilmeyenler düşüyor, kalkıyor, düşüyor... Gözler hep çıkış yolu arıyor. Fazla zekiler çıkış yolunun insanları kontrol etmekten geçtiğini çok erkenden anlayıp kutsal kitap yazıyor, bazıları o kitabı kendine göre yorumluyor, tam köşeye vole golü atıyor. Hayal güçlerini pazarlamak isteyenler fikir dolu dosyasını elinde gezdiriyor, sanat simsarlarının takmaz tavırları içerisinde kayboluyorlar. Sanatta aradığını bulamayanlar fikirlerini çöpe atıyor, Çöpte fikirler uçuştuğundan habersiz, umrunda olmayan çöpçü günün karga kahvaltı saatleri çöpleri kamyonuna doldurup gidiyor. Sanattan para kazanmanın heveslileri gözlerini karartıyor, orjinal sanatçı Miro'nun orjinal işlerinin tıpkılarını(!) gezdiriyor dünyaya. Yayınevlerine gelen hikayeler nakşedilmiş isimsiz a4ler eskiz sayfası olarak kullanılıyor. Mühendisler ve işçiler dişli çarklarda eziyor düşlerini sırf çıkış yoluna yaklaşmak için.
Bazılarına ise ne yapacağı doğuştan kulağına fısıldanmış gibi, seçme şansı yok. Düşme şansı yok. - Eğer yeterince yürürsen gideceğin yere varırsın...- diyen hayatı yalayıp yutmuş bir kedi de yok.
 Bazılarına göre nereye gideceğinin, geleceğin de önemi yok, anı yaşamalı. Yüzyılın saçmalığı!

8 Kasım 2014 Cumartesi

Olması Güzel


arkadaşların olması güzel.
melih gökçek'i gördüğümde aklıma sen geliyorsun diyen, düşünceleri kendisinden büyük bu  arkadaşın her şeyi bepanten ile çözmek istemesi de güzel.
-naptım ben naptım! tepkisini bir pasaport uzaktan da çok iyi dile getirebilen "annesi"nin de olması güzel.
buca'nın demirbaşı olduğumu bilen umut çocuk'un buca'ya geldim de ondan aramıştım seni demesi de güzel.
hiç bilmediğim ülkenin, adını hiç duymadığım biralarının torbalardaki şıngırtısını kaydedip gönderen arkadaşın, -ağbi yazsana, ben yazamıyorum ama sen yazınca kendimi okuyorum gibi oluyor...- demesi çok güzel.
elleri boyalı çocuğun "göt" kelimesini kendine has üslubu ile dile getirmesi güzel, herhangi bir şeyi tasarlarken seni dinlemese bile fikrini alması güzel.
yaz aylarının vazgeçilmezi altın saçlı çocuğun -sizin konuşmalarını sessize aldım, çok yazıyorsunuz" samimiyeti güzel.
evde kardeşine bir şeyler kımçıklanalım diyen arkadaşın güzelliği.
öğrencilik yıllarında prim yatırsaydı şuan emekli olacağını düşündüğün gözleri siyah beyaz bakan çocuğun olması güzel. golf hariç her spora el atan bu arkadaşının olması güzel.
rakı sofraları kurup, şiir okumak isteyen insanın güzelliği. sana da güzel filmler izletme derdi olan. artık saçlarıma güzel cümleler kurmuyorsun diyip sabah kalkar kalkmaz projenin akıbetini soran, şiirleri sokaklara taşırmaya hevesli bu arkadaşının olması güzel.
çok takılma fırsatı bulamazsan da okulun koridorlarında görüp sarıldığın,  Le Corbusier in hanım versiyonu olabilecek yaratıcılıkta olduğunu düşündüğüm bu kızın, mezuniyetinden sonra hiçbir mimari değeri olmayan apartmanlar dikecek olmasına üzülecek olman güzel.
bu sefer farklı dediğim her zaman kahkaha atıp -ya güney! diyip, kişiliğini özgüven sıvısına batırıp çıkarmış arkadaşının olması da güzel.
gecenin yarısı kendi sınavına çalışmayı bırakıp sana çeviri yapan, birlikte tiyatroya gittiğin arkadaşının olması güzel.
konuştuktan sonra yaşam enerjinin arttırdığını düşündüğün yanak yanak arkadaşının olması güzel.

bunlar güzel de, neyse

19 Ekim 2014 Pazar

Bebek Kafası'na Erenler


andy warhol ile vedat özdemiroğlu benzerliğini kimseyle paylaşamazken, ekşi'de kendim gibi düşünen yazar arkadaşların oluşu beni az biraz mutlu etmedi değil.
vedat özdemiroğlu ağbi demişken april yayınları'nın son dönem adından sıkça söz ettiren işleri olduğu da bir gerçek. gerek yeni yazarları ile gerekse kitap kapakları ile kitapçılarda göze çarpıyor. Bu göze çarpılışın en güzellerinden biri de vedat ağbi'nin bebek kafalarını menteş'in editörlüğü ile kitap haline getirmeleri. menteş'i seviyoruz lakin v.ö'yü daha çok seviyoruz.
hiçbir zaman kitap fuarlarına sadece stant açan mizah dergileri için gidenlerden olmadım, hele test kitabı almak için giden gelecekendişengiz insanlardan hiç. gittiğimde o kitaplardan alsaydım ve onları çözseydim şuan çok daha farklı yerlerde olabilirdim. dikkat ettiyseniz çözseydim diyorum çünkü test kitabı almak çözmesinden kolay. test kitaplarının ağırlığı korkutmuş olacak ki beynimi öyle şeylerle doldurmanın çok gereksiz olduğunu savunup durdum bunca yıl.
neyse konu çok yanlış yerlere gitti, benim de zaten çok fazla vaktim yok, okul açıldı, projeler başladı. yapılması gereken işler kapının önünde sıralandı, bir devlet dairesi çalışanı gibi başımdan savuşturup, oradan oraya yönlendiriyorum onları.
ne diyorduk? kitap fuarı, v.ö.
yaşın test kitabı zamanları ben haftada çıkan tüm mizah dergilerini susuz, sek olarak tüketme ihtiyacı hissediyordum. çok güzel bir koleksiyonum vardı, hala var. üniversitem benden çok şey aldı, mizah dergilerim de bundan nasibini aldı. etrafa sarı mizah dergilerinden bakarken birden kendini geliştirme dürtüsünden o sarı sayfaların güzel kokusunu, pazarlama dergilerinin o itici kuşe kağıt kokusu aldı. karikatür bana hayata pembe değil de sarı bakmayı öğretti. hayat pembe değil, ne de ionesco'nun da düşündüğü gibi kapkara değildi. belki biraz vian jazz'ı gibi mavi. laciverte çalan bir mavi.
uykusuz'un imza gününe denk gelmiştik kuzenimle, yaşıtların kalabalıklığı içeride nefes almayı dahi engelliyordu. karbondioksitler havada çarpışmaktan soygazlığa kadar yükselecekken bir an için hasta numarası yapıp en ön sıralara bile kaynamayı düşündüm.
uykusuz'dan bir idari görevli sıraya gelip: 
"sıranın öbür bölümündeki arkadaşlar için söz veremiyoruz, uçağımız var..." sözleri biraz can sıktı.  v.ö ile konuşup, "ağbi ben de sen gibi olucam!" sözlerini söyleyip en azından kendimi gazlayıp, bir şekilde yazmayı bırakmamayı sürdürecektim. o sıralar vedat ağbi kanaltürk'te bir talk showa başlamıştı, kendisini beyaz'ın karşısına konmuş olarak buldum. kanal d gibi bir rakibi vardı. nasıl yirmi yıldır en ufak gelişme gösteremeyen bir adamın hala program sunmasına şaşıyor, kanaltürk'ün de bu yayın politikasına daha da şaşıyordum, benim şaşmam her iki yayın organı için de bir anlam ifade etmiyordu elbette. o program için birkaç soru hazırlamıştım v.ö'ye. su almak için masadan kalktığında yanımızdan geçerken tuttum onu.
-ağbi senin orada ne işin var? diye sorduğumda güzel güzel anlattı, ben ve diğer sıradaki yaşıtlar dinledik, "ağbi ben de senin gibi olucam!" diyemedim. oğuz ağbisinin yetiştirdiği, senelerdir sarı sayfalara yazan, reklam yazarlığı da yapan bu adama karşı ne yapıyorsun olum sen, saygısızlığa lüzum yok! diye düşündüm.
fuardan montrö meydanı'na çıktığımda, düşünerek, yazarak hayat satın alacağımı kesinleştirmiştim.
ilk defa "ben oldum yürüyüşü"nü onda görmüştüm daha sonra da bu yürüyüşü seneler sonra serdar erener'de gördüm.
april yayıncılık'a teşekkürü bir borç bilip, vedat ağbi'nin kitabını satın alın, okuyun. dikkat ederseniz lütfen demedim. ağbi iç rahatlatır.
rastgele attım elimi koleksiyondaki uykusuz'a. 2012 yılını geri getirdi bana. 22 mart. 
"askerdeydim, izinli olarak ankara'dan istanbul'a gidiyodum bi hafta sonu. tren biletim vardı. ben oyalandım, trafik kitlendi derken, gara girdiğimde mavi treni gördüm orda, kıpırtısız duruyodu. trene hareketlendiğim anda tren de hareketlenmeye başladı. çok yavaş ama kıpır kıpır. gittim, kaçırdığım trenin yanında durdum. ve hatta dokundum. çok saçma lan insanın kaçırdığı treni okşaması! bildiğin, ellerimden kaydı gitti, uzaklaştı tren. ayaz gecede traşlı kafam ve elimde çantamla kaldım öylecene garda. homurdana homurdana gittim, en yakın otobüste yer buldum. dokunduğum treni düşüne düşüne vardım istanbul'a..."
başlığı atarken üniversitemde çok sevdiğim bir hocam iyi tasarımın ancak çocuk kafasına indiğinde gerçekleşeceğini öğretmişti bana, bebek kafası daha cazip geliyor v.ö'yü tanıdığımdan bu yana.
Beşiktaşlı Adam'a saygıyla...

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Tanrının Kadınları ve Doğum Günleri


"Tarihte doğum günleri için yazılmış sayısız mektup vardır. posta gecikmeleri nedeni ile alınamayan doğum günü tebriği karşı tarafın ne kadar da düşüncesiz oluşunu akıllara getirse de devrisi gün gelen mektup ile birlikte önyargılarınızı da başka bir yere saklayabilirsiniz. ön yargılarınızı gerektiği zaman sakladığınız yerden çıkarıp tekrar kullanabilirsiniz. hep süreç içinde insanoğlu böyle yapmıştır. Ön yargılarını defalarca yırtıp, çöp kutusuna atamamıştır.
Doğum günleri için yazılmış sayısız mesaj vardır. "Nice senelere cnmmm:)))" işin ne kadar samimyetsizi olduğu kadar "Doğum günün kutlu olsun" da bir o kadar klişedir. Bu yüzden kendinden bir şeyler katamayacağın insanlara karşı mesaj atmamak işin en doğrusu gibi gözüküyor."
 Sence durumumuz mizahi öğeler mi taşıyor? Senden güzel bir doğum günü yazısı istedik alt tarafı, hayatı tiye almayı bırak ve topla kendini. İnsanların okumak istediği bunlar değil. İnsanlar kendinden birşeyler arıyor yazılarda ve bunlar da otomatikman tirajlarımızı etkiliyor. Unutma; maddi kaygıları olan bir dergi için tiraj yapılan edebiyattan daha değerlidir.
 - Devamını okusaydınız..
 - Ne gerek var, şimdi çık dışarı ve yeniden yazmaya başla. Ben de yazabilirdim, sana ihtiyaç bile duymazdım fakat bu ay ki Selim İleri röportajı için hazırlanmam gerekiyor. Bir de Emrah Serbes röportajım var da ona hazırlanmaya gerek bile yok. Bir gezi konuşulur oradan Beşiktaş e haliyle Fikret Orman. Hoopp! bir bakmışsın AKP, e bu da güzel tiraj getirir... İstanbul'un silüeti bohemlere edebiyat yaptırmak için değil, müteahhitlere para kazandırmak için var... Bunu ne zaman kabul edeceksiniz bilmiyorum. Kişisel ütopyalarınızda yaşamaktan vazgeçip, gerçek dünyayı görmeniz için greyderler mi gezdirmek gerekiyor geleneğinizin göreneğinizin üzerinde...
  Yazan, editörün sözlerinden sıkılmış, gözlerini sağda solda gezdiriyordu. İçinden kendi kendine konuşuyor, gülümsediğini fark ediyor, editöre türlü türlü işkence şekilleri kurguluyordu. Daha da gülerken, editörün bir şey mi var, komik şeylerden mi bahsediyorum azarlı sorusuna -hiç cevaıbını veiyor. Çıkmak için izin istiyor. Editör de konuşmasını virgül ile bitirdiğinden devamı getiriyor, çıkma hayalleri editörün masasındaki suya düşüyor, suyu editör içiyor...
 Yazan bir türlü neden bu derginin açıklama metninde aylık kültür sanat dergisi yazdığını bir türlü anlayamıyor, bu anlamazlığın içinde kayboluyordu. İşin daha da yürek kakan kısmı; onun burada ne işi olduğuydu. Asla tekrar dönmek istemediği bankadaki masasında her şeyini bırakarak kaçmıştı. Çoğu banka tarafından da kara listeye alındığından tek gelir kaynağı olarak yazı başına telif aldığı kültürsüz kültür-sanat dergisi kalmıştı. Birkaç gazetenin kitap eklerine başvuru yapmışsa da geri dönüş olmamıştı. Hayatını yazarak kazanma isteğini ailesine bildirmiş -hobi olarak yazması gerektiği-ne karar verilmiş, iktisat okumak durumunda kalmıştı.
 -... Doğum günü temalı yazı kurumumuzun doğum günü olduğu vurgusu olmasın. Diğer yazarlardan da bu tarz yazılar istedim, unutma mizah yazısı değil! Hayır sanki bankada veznedar değil de stand-upçıydın...
 - Veznedar değil efendim, operasyon yönetmeniydim...
 - Her ne boksa işte. Şimdi çık ve en geç üç güne yazıyı masamda istiyorum.
  Ne işim var burada amınakoyayım diyerek çıtkı yazan. Biraz alkol limanına sığınmak istediğini fark etti. Her zaman gittiği bara yanaştı. Kendine bir bira söyledi, yanına bir kız yanaştı. Bir buçuk metrenin ırzına geçmeye çalışsa da pek başarılı olamamış uzun kızıl saçlı bir kızdı. Saçlarına aksesuar olarak kondurduğu gözlüğü ile muntazam güzellikteydi. Yanına yanaşmasına zaten hayret ediyorken kız bir anda telefonunu çıkararak böyle bir mesajı yazan adamı üzdüm ben diyerek lafa girdi.
  - Başkalarının mesajlarını okumayı uygun görmüyorum.
  - Büyük yazarların sevgilileri için yazdığı aşk mektuplarına hiç mi rast gelmediniz bayım?
 - Bunun bu şekilde kıstas edilebileceğini düşünmüyorum, sonuçta yazarlar halka mal olmuştur.
 - Siz hiçbir yazarla tanıştınız mı bayım? Kendilerinin bu durumdan şikayetçi olmadıklarını nereden biliyorsunuz? Ve ben bu adamın kendisi hiçbir zaman kabul etmese de bir yazar olduğunu düşüyorum. Kulladığı dil ile insana -evet ya, gerçekten böyle. dedirtebiliyor. İnsanlara bildiği şeyleri fark ettirmek yeni birşey öğretmekten zordur. Yazdıkları için birkaç edebiyat dergisi ile görüşmesini söylediğimde oraların edebiyattan çok ego tatmin etme aracı olarak kullanıldıklarından şikayetçiydi. Ve o yazar değildi...
  - Doğru söylemiş...
  - Bugün tam bir yıldır görüşmüyoruz onunla. Bir yıl oldu her yerden çıkardım onu sırf unutabilmek için, aslında arkadaş olarak kalmak isterdim. Ama bencillik olurdu. Bunu teklif bile edemedim, o da kabul etmezdi. Ama mesajdan sonra sırf özlediğinden arkadaş olmayı bile istediğini söylüyor ya, bu sanırım en büyük kaybedişidir. Yoo kendimi hayatın merkezi olarak gördüğümden değil bayım, tamamen beni saf duyguları ile sevdiği için böyle düşünüyorum. Yaşanacak güzel şeyler vardı, benim yüzümden erkenden gittiler. Ve ben kendimi affetmedim. Ne düşünebileceğimi bilmiyorum. Çenem de açıldı fakat konuşacağım kimsem de yok etrafımda. Bu yüzden size anlatıyorum bayım.
  - Alnımı gökyüzünden başka bir yere yaslamazken çok günler geceden arda kalan bayat fıstıklara dayamış olarak kalktım. Sevdiklerini üzmemek için elimden geleni yaptığımı düşünerek gezdim bunca zaman. Hem normal bireyler sevdiklerini üzmemelidir. Alışmıştık birbirimize. Sana çok şey vaad edemezdim ama mutluluk garantiydi. Mutsuzluğu da yaşamaya razıydım. Her dıoğum günleri biraz daha yalnızlaştırıyor insanları. Geçen zamanla yanında olanlar birbir terketmeye başlıyor seni, sadece bu günde anlıyorsun aslında. Diğer günler umrunda bile olmuyor. Ben o günler hala damla sakızlı dondurma yemiyorum mesela. Hala fotoğraflarına bakıp gülüyorum. Sırf sen değişmemi uygun gördüğün için değiştim, hiçbir zaman yapmayacağım şekilde. Ama ben bu gece yine yalnızım. Değişmenin bana dahi kimseye faydası olmamıştı. Birkaç kültürel faaliyette bulunduğum kız harici. Tiyatroya yetişmek için koşmuştuk, koştuk ve yetiştik. Şuan ki halimle değil koşmak, yürümeye bile üşeniyorum. Alkol kurumlarından aldıkları vergiye acıdığımdan, -bizim için üretiyorlar bunu, ve  o kadar vergi vermek zorunda kalıyorlar,  e o zaman iktidarla verdikleri bu mühim savaşta yanlarında olmalıyım düşüncesi ile tüketiyorum.- Bilinçli bir tüketici olmayı öğrenmiş bile olabilirim yokluğunda. Bir çok şeyi öğrendim de sensizliği öğrenemedim. Öğrenmeye çalışıyorum dediğim anda çıktın geldin, hiç yapmadığım bir şeyi yaptım. Borç aldım. Kendimde olmayan kelimeleri sırf seni üzmek için başkasından aldım, üzmek de demeyelim de gerçeği fark ettirmek için. O mesajları atarken ne hissediyordum bilmiyorum, üzüldüğünüze sevindim sanırım. Şans istediğimde, insan sevdiğine şans verir düşünceleri yankılandı beynimde. Doğumunun lanet olarak görüyordun çoğu zaman ya; öyle değil. İyikisisin. ve bir insanın iyikisi olmak bile öyle bir lanetin olmayacağını düşündürür. Gülmek sandığın kadar siyah beyaz bir eylem değil, gülmek renklidir, yeni  yaşında yaşamını renklendirsin, gülüşlerin. Eğer gülersen, herşey daha güzel olacak, İstanbul'dan bile.. Seni yine ben güldüreyim, kaybettim. Arkadaşın olayım, ama yine ben güldüreyim. İyikisin  Yine yazamadım.
  - Kaybettiğini kabul etmek de çok onurlu bir davranışmış.
  - Yorumunuz bu mudur yani Bayım?
  - Herkes şiir okumaktan çok şairlik yapıyor memlekette. Çok basit bir metin, her red yemiş insanın yazabileceği sıradan cümleler fiyaskosu. Kendinizi suçlu hissediyorsunuz ve birinin onun yazdıklarını takdir etmesini ve böylece bir parça olsun rahatlayabileceğinizi düşünüyorsunuz. Ya da ego tatmini... Madem bu kadar etkileyebiliyorsa onunla bir olmayı deneyebilirdiniz.
  Kadın elindeki kadehteki üzümlerden daha da kızarmıştı. Bir anda kalktı gitti. Kadının arkasından editörünün söyledikleri geldi aklına, gülümsemeye başladı. Eve dönüp okuduklarından arta kalanların üzerine bir şeyler ekleyerek yazdı. Daha fazla doğum günü imgeleri ile doldurdu. Yazıyı ertesi sabah editörün masasına bıraktığında, napıyorum lan ben diye düşünmüşse de editörün büyülenmesi onun ne edebiyattan ne yönetimden anlamadığının kanıtı olarak görmüş, hoşuna gitmişti. Yalnız sadece adamı düşünüyordu içten içe. Tanrının kadınlara üzmek gibi bir görev vermiş olduğunu düşünüyordu. Seksist bir yaklaşımdan sık sık kaçan yazan, edebiyatın acıdan beslendiğini bu yüzden de büyük edebiyatçılarının neredeyse hepsinin erkek oluşunu buna bağlıyordu. Bir ilişki için kadınların istemesi yetiyordu. Kadınların üstte olmak istemesi tamamen yaratılıştan geliyordu. Her şey onların istekleri doğrultusunda şekilleniyor, tanrının kadınları sevdiği bütün duyu organları ile anlaşılabiliyordu.
 Yazıyı bastılar, dergi ne kadının ne de yazarının eline ulaştı. Yazan son yazısını yayımladı o dergide, kitapların sarısına sığındı ikinci el kitaplar satan bir Beyoğlu sokağında. Yazısını izinsiz olarak kullandığı adam gibi konuşuyor her erkek müşterisi ile. Selim İleri  hiçbir kitabını okumadığı röportaj yapmak üzere evine giden editörü nazik bir dille kovdu, Emrah Serbes ise editörün kalın çerçeveli gözlük kullanmasını uygun bulmayarak, gözlük camlarına attığı bir kafa ile onu zorunlu lens kullanmak durumunda bıraktı.
  İstanbul hala edebiyatçıların en güzel şiirlerine, öykülerine konu olmaya devam ediyor, müteahhitlerin ve işçilerinin çalışmadığı, güneşin Galata Kulesi'nin arkasına saklandığı zamanlarda...
 Yine yazamadım...

(Çizim Levent Cantek'in kişisel blog adresinden alınmıştır.)

11 Temmuz 2014 Cuma

Vapur Dumanı Martıları Boyamaz


 - Ne mutlu İstanbul'u yaşayana ve yaşayacak olana...
 - Ne kadar güzel konuşuyorsun...
 - Ben konuşmuyorum. Haldun Taner konuşuyor. Evet biraz güzel konuşmuşluğu vardır.
 - Tanışıyor musunuz?
 -  Ortada ikinci çoğul kişi ekini kullanacak bir durum yok! Tanışıyorum da o beni tanımıyor. Arkadaşımın arkadaşı. Her sabah odamın penceresinden selamlayarak gidiyor Haydarpaşa'ya doğru. Arkadaşları ile birlikte zarar gören çatısını tamir etme istekleri var fakat elleri kolları bağlı.
 - Neden? Tarihi bina olduğu için izin mi gerekiyor restorasyon için?
 - Yok elleri kolları cidden bağlı, tüylerden oluşmuş, o naif kanatlarıyla nasıl tutsunlar çekici?
  - Ne diyorsun hiç anlamıyorum seni.
  - Haldun Taner'in en iyi arkadaşları martılar. Biz de zaten bir sabah işe gitmek için kalktığımda tanışmıştık, saatimin alarmından rahatsız olmuşlar olacak ki kapatmak ihtiyacı hissetti; özgür sinek ordusunun binaya girişini engellemek üzere konuşlandırılan sinek tellerinden giremedi. Kulağımın dibindeki iğrenç gürültüyü duymayan ben martının seslenişini duydum. Apar topar hazırlanıp, fırının yolunu tuttum. Kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği ile birlikte günün en önemli öğünü. Diğer öğünleri atlasanız da kafii. Hem Haldun Taner'in de illaki bu öğün hakkında dediği şeyler olmuştur, yazın hayatı kaydetmese bile. Da siz kimsiniz? Ben niye sizinle oturup Kadıköy'de Sarıyer Böreği yiyorum. Ayrıca ortada bir Sarıyer Böreği varsa biz neden Sarıyer'de yemiyoruz?
  - ...
 Vapurlar emekli oluşunu bekleyen devlet memurlarının dairelerine girişi gibi yanaştı limana. Yorgundular. Şehrin curcunasından uzaklaşıp bir ege kasabasına demirlenmek istiyorlar. Bazıları ise vasiyet olarak Akdeniz açıklarında batırılmak istiyorlardı. Birazda balıklara ve diğer deniz canlılarına hizmet etmek istiyorlardı.  Vapur limandan eli çantalı genç hanımefendilerden sonra kulağı telefonlu beyefendilere daha sonra da bana ulaşım özgürlüğü tanıdı. Daha sonra bir bebek arabası aldı. Bebek arabasının içindeki bebek kaptana yavaş kullanmasını tembih ettiyse de kimse duymadı.  Kalabalıkta kaybolma korkusu ile o şehre turistliğiniz flört ederken en büyük dostunuz Gugıl haritalar. Zaten her yol denize çıkıyor, denizden buluyoruz yönümüzü. Bu deniz Balıklıova'ya da çıkar ha!
    Vapur ana-baba çekirdek ailesinden çok geniş aile günüydü. Rüzgar bu sıcak yaz gününde vantilatör görevi görüyor, ruha gezi hakkı tanıyordu. Bir diğer önemli görevi tarihi binaların tozunu almak olan rüzgar gözündeki yaşı da sildi Zarife'nin. Zarife Kadıköy-Beşiktaş güzergahında yan flütü ile dinleyicilerine resital veriyor, notalarının üzerine göz yaşı da serperek ortaya leziz bir müzik çıkarıyordu. Kahramanlıklarından sonra isim alan Orta-Asya Türk toplumlarındaki beyler gibi bu ismi ona ben verdim. Kulağıma gelen hoş zarif melodiler onun bu ismi hak ettiğini gösteriyordu. Narin boynu, parmakları...
   Marmara bir sürü gemiyi usanmadan taşımaya devam ediyordu. İstanbul iyi bir müzikçalar olsa gerek. Her yerinde güzel bir parça iile eşlik ediyor manzaraya. Vapurlar geçerken kulağımıda hayallerdeki yarin sesi ütopyalar güzeldir diyor. Her bir nokta ayrı bir şarkıya sahip. Zarife de bunun bilincinde olacaktı ön planda olan silüete uygun şarkılar seçiyordu. Seçtiği müzikler herkesin nakaratına dahi olsa eşlik edebileceği türdendi. İnsanların dudaklarından okuyabiliyordun mırıldanışlarını. En köşedeki güneşin kelini parlattığı eli Cumhuriyetli Amca yağmurun elleri şarkısını Nihavend makamına uydurduysa da  nakaratta en ufak bir yanlışlık yapmıyordu.
  Sevmesem incinir, sevsem incinir renk skalası bir kız, emekli bankacı Dikili görmüş, güzelliğini unutamamış amcanın yanındaki boş oturağa oturdu. Çuvala benzer, çeşitli kumaşlarla yamanmışa benzeyen çantasını yavaşça yere bıraktı. Çantasını nazikçe yere bırakması kırılacak bir eşya taşıdığını düşündürttü. Etrafa turist gözlerle bakmaya devam ettim. Çantasından Büyük Saat'ini çıkardı. Neden çantaya çıt kırıldım şeklinde davrandığını anladım. Zarife'nin notalarına Uyar'ın dizelerini karışıtrıyordu. Acaba kendi mi almıştı o kitabı? Eğer hediye edildiyse büyük ihtimalle şiirin elinde ne kadar da güzelleştiğini bilen bir çocuk tarafındandır. Tarihte şiir ve sevgiden anlamayana şiir kitabı hediye edilmesi gibi yanlışlar yapmış biri olarak o çocuğu kıskandım. Hangi şiiri okuduğu merakı sardı dört bir yanımı. Acaba başka hangi şairleri okuyordu? Ülkü Tamer'in virgülü ile tanışmış mıydı? Zarif Şair'i biliyor muydu?
   Vapura binmeyeli uzun zaman olmuştu. Karşıyaka'ya vapurla geçmeyeli. Çarşı'da dolaşmayalı. Bostanlı Açıkhava Sahnesi'nde oyun izlemek için aldığın biletlerin elinde patlamayalı diye düşünerek indim vapurdan. Zarife indi mi bilmiyorum. Toplumsal bir yaradan ibaret olan toplu taşıma aracından inemeyeceğim korkusu ile limana on kala geminin burnundaydım. Liman görevlisi halatı bağlamam için bana gönderdiyse de ona -yok anasının örekesi bakışı attığımda yaptığı yanlışı fark etti. Aslında o halatın arkamdaki görevli için atıldığını anlamamla asıl anasının örekesinin benim için kullanılması gerektiğini anladım.
 Duraklar, o duraklarda durma fiilini gerçekleştiren mor otobüsler ne kadar da yabancı. Bilmediğin şehrin bilmediğin otobüsleri. Yavaş şehrimin sabah telaşı var her dakika bu kentte. Bir aylık sığınma talep ettim bu şehre. Bir gece kendi kendimi kaçırdım bir valizde. Valizin büyüklüğü kaçışımı yavaşlatsa da Mehmet Güreli, Mahir Ünsal Eriş, Gabriel Garcia Marquez'i de koydum içine. Marquez İspanyolca bir şeyler söyledi, Eriş Gençlerbirliği üzerine dönen oyunları anlatmaya koyulduğunda Güreli, Mahir Bey ve bıyıklarını sükunete davet etti. Kibar adamdı Mahir Ünsal Eriş, sustu. Mahir Bey'in kırıldığını  anlayan Gürel'i onun gönlünü almak için Erdek'ten, Çanakkale'den bahsetmeye başlayınca Mahir Bey'in bıyıklarının altında İzmir kadar sıcak bir gülümseme yerleşti.
 Boyunbağı yerine fotoğraf makineli insanlar olarak bağımsızlığımızı ilan edebilecek sayıdayız. Eğer bir hafıza sorununuz yoksa tarihi binaları ölümsüzleştirmek için birkaç bin lira harcayıp fotoğraf makinesi satın almak çok absürt. O işi Gugıl Görseller sizin için yapıyor. Böylece doğru görüntüleri çekmek için zaman harcamanıza gerek kalmıyor. Dışarıdan bakıldığında pek kullanılmadığına dikkat ettiğiniz beyin, görüntüleri hafızaya kaydettiğinizde yaşlanınca alzheimer hastalığı belirene kadar koruyuor.
Hafıza sorunumuz olmasa da yeditepeli kentin göbeğinden çekiyorum pamuklaşmış bulutları. Unutma hastalığına yakalanmak istiyorum. Herkesi her şeyi unutup rant temelli şehirde sürekli arayışlarımı sürdürmek.
Aynı şehirde olduğunu bildiğin insanların bir telefonla iç rahatlatıcı yardımcılığı. -Kaybolursan ara!- temalı konuşmalar navigasyonun hala çok gereksiz birşey olduğunu düşünmemi sağlıyor.
Burayı nasıl bırakabileceğimi düşünüyorum Şişhane'ye yağmur yağmazken.
Dalga seslerinin artışını duyuyorum, köpekler hep bir ağızdan o seslerle yarışmak için havlıyorlar...
  - Kalk oğlum kalk! Sahilde uyuyakalmışız, bok var içiyoruz bu kadar!
  - Oğlum staja geç kaldım, e martı sesi de duymadım...
  - Ne stajı ne martısı amına koyayım, kalk gidelim de yatalım, kalkınca denize geliriz. Gene gün bitecek. Saat sabahın altı buçuğu...
  - Bu deniz Kadıköy'e çıkar mı lan?
  - He çıkar amına koyayım...

28 Nisan 2014 Pazartesi

Kirpi ve Bıyıklı Gençlerbirlikli


  Kirpi olarak bir Refik Halid Karay'ı tanırım, bir de İletişim'i. Başka hiçbir kirpi ile değil konuşmak, karşılaşma fırsatım bile olmamıştır. Şehrin gri yollarında kendileri ile tanışacağımı da zannetmem, griliğin kirpiler için zararlı bir yanı vardır. İletişim Refik Halid ile tanışmış mıdır bilmiyorum. Tanışacak mıdır onu da bilmiyorum.
 Kirpi belki de Türkiye'nin en güzel sokağı, sokak hikayelerini anlatan yazarların yayınevi. Günümüz sokağının o griliğini, tekdüzeliğini, sıradanlığını anlatan, büyük sözler söylemek için yazmayı benimseyen yazarlardan arınmış bir şekilde, gerçekliği kurgusallaştıran yazaarlarla yoluna devam ediyor. Edebi dizinlerin yanı sıra kuruluşundan bu yana makaleler, araştırmalarla bağını koparmıyor kirpili yayınevi.
 Biz ne zaman tanıştık İletişim ile? Yanlış hatırlamıyorsam klasikleri türkçeleştirirken tanıştık biz İletişim ile. Eli baltalı adama hayat veren Rus tanrısının yeraltından notlarını okumuştum Mehmet Özgül'ün çevirisi ile. Bunu Puşkin'in Yüzbaşı'nın Kızı izledi. Tiyatro ile aşk evliliği yaptığımdan, eşimin bana Brecht ve epik tiyatroyu önermesinin ardından Brecht'in Beş Paralık Roman'ını okudum. Klasikler için tasarlanmış kitap kapakları, kullanılan imgelere bir tasarımcı adayı gözüyle baktığımızda da ilgi çekici, güzel işlerdi.
 Çeviriler ile tanıdığım İletişim'den önce Star Tv' Behzat Ç. ile tanıştırdı beni, onla da iyi arkadaş olduk. Bu arkadaşlığımızı gören hayalleri kendisinden önce İstanbul'a giden dostum Emrah Serbes'in Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat isimli "Amirim'in" kitaplarını hediye etti doğum günümde. Bu kitapları yine aynı Beşiltaşlı adamın Erken Kaybedenler'i izledi. Bu kitaplar sayesinde mizah dünyasından ismini duyduğum Levent Cantek'i de daha yakından tanıma fırsatı buldum.
 İzmiir için sıcak vakti zamanlarında Minarenin Gölgesi'nde oturup çizgileri ile efsaneleşen Engin Ergönültaş'ı okurken minarede yatıp kalkan küçük çocukla tanıştık.
 İletişim sayesinde yeni ağbiler, arkadaşlar, dostlara Barış Bıçakçı'nın eklenmesi bize yeter! diyecekken bangır bangır Ferdi çalan eve buyur etti Mahir Bey ve bıyıkları. Kitaptaki ilk hikayesi ile arkadaşı ölen çocukların çok sıkıldığını fark ettim, Erdek'te çay içerken hala arkadaşları ölen çocukları düşündüm, orospu çocuklarını...
 Afili Filintalar'ın bir edebiyat akımı olarak kitaplara gireceğini umuyorum ileride. Bir taraftan da hiç istemiyorum bu gerçekleşecek olayı. Üniversiteye hazırlanan edebiyat çalışmaya zorunlu gençlerde ezberlemeye çalışacak bu adamları, yaptıklarını sırf Ayşe'den iki soru fazla çözebilmek için. Onlar da okunmamaya başlayacak tıpkı Refik Halid, Nurullah Ataç, Sait Faik, Ömer Seyfettin gibi...
  Mahir Ünsal Eriş, Sait Faik'in İstanbul'u, Büyükadası varsa benim de Erdek, Bandırmam var der gibi geliyor bana. Söyleyişilerini okumaktan diğer yazarlardan bir parça daha çok seviyorum bunun nedenini de 19.İzmir Tüyap Kitap Fuarı'nda anladım. Hayatımda pek hayranlık duyduğum kimse yoktur, olanlarla da konuşamama gibi bir psikoz oluştu bende. Sanırım Şensoy tarafından her oyun sonrası azarlanmanın verdiği bir özgüvenin ırzına geçilme durumdan kaynaklanıyor. Bu ırza geçilme durumu bir beş dakikadan sonra normale dönüyor hatta karşı tarafı usandırma derecesinde bir muhabbet severengiz bir tutuma dönüşüyor. Ercan Kesal bunun en büyük tanığı olsa gerek. Şuan yazdıklarımın fazlasını kendisi ile konuşmak istediğimi fark etmiş olacak ki Gençlerbirlikli Adam lafa isim ve soyadımın heybetinden yola çıkarak girdi. Bir reklam kuruluşunda grafik tasarımcı, metin yazarı olacak, olmadı Fotospor'da Beşiktaş'ı siyah beyaz dev puntolarla yazmaya mecbur bıraklıacak(!) bir adam olacağımı söyleyemeden o ismimi beyaz yakalı iş sektörüne yakıştırdı. Ufak çaplı biraz konuştuktan sonra kitaplarımı imzalarken Olduğu Kadar Güzeldik'i -Arkadaşın için imzalatsana oğlum bunu da!- diyerek düşüncesizliğimi gün yüzüne çıkardı. Yazarlar da yanılabilir. Fakat  "Kadınlar hep olmadık zamanlarda gitmeyi severler" derken hiç yanılmamıştı Eriş. Ben kime kitap hediye ettiysem, hepsi gitti, o yüzden kitap hediye ederken ikiden fazla düşünüyorum, düşüncesizliğimizin deneyimlerimizden olduğunu Eriş bilmiyor.
  Çok kilometreli kitap yolculuğunda arkadaşım kirpi ile yeniden karşılacağımı biliyorum, umarım Eriş'le de hem bu yolculukta hem de köşedeki midyecide rastlaşmak ümidi ile.
 -Olduğu kadar güzeldik. Bu yüzden kanatlarımız olsa be Mahir Ağbi!

23 Mart 2014 Pazar

savrulan kelimeler


yazarlar da yanılabilir.
aptal kutusunda yeni haberler, stv, 24'ü bozguna uğratırmışçasına haber yapıyor, radyodan a haber stv'ye cevap veriyor. durumlar karışık. bardaktaki sıvıya su ekleyerek beyazlaştırıyorum, bir nevi sihirbazlık yaptığım. yapabildiğim tek sihir bu. bu yüzden çok seviyorum bu sıvıyı.
gazetelerdeki yandaş parasever yazarımsılar, topluluksever dinbaz yazarımtraklara karşı iktidarı savunmaya çalışmakta, halk bu karşılaşmayı acaba kim yenecek diye izlemekte?
-alo fatih!
ses kayıtları internette seyahat ediyor, kimin başını yakacağına, kimin umrunda olup-olmayacağına pek özen göstermeden, bu internet varsa eğer benim gezmem lazım diye düşünüyor ses kayıtları, iktidar bu ses yığının düşünmesine bozuluyor, internetin ırzına geçmekte kararlı adımlar atıyor. bira söylüyorum düz saçlı güleç, arkadaşım tarafından doksandörtlü olarak nitelenen garson kıza. kız arada bakıyor, bakılana bakmamak büyük günah diye bir şeyler saçmalıyorum. biranın sarısı ne kadar da van gogh sarısı lan meçe!
burak aksak - her kaybedişte yeniden başlarsın, daha da güçlenerek başlarsın, ve daha da hızlanarak dibe batarsın, en dibe batarsın," diye yazmış bu kez pek beceremediği senaryoda. çok doğru söylemiş. söylememiş de olabilir, orasını bilmiyorum. yalnız kaybedişlerin en büyük kazancı yeniliklere yelken açmaktır. bu yelken çoğu zaman hiç rüzgarlı havada havada, durgunluğu ile bir çarşaf izlenimi sunan denizlerde açılır. ilerleme yoktur, amaç sadece değişiklik yaratmaktır, bulunduğun konumu değiştireceğini düşünürsün, yanılırsın. en büyük kaybediş beklemektir. eğer bir şair olsaydım bunu allar-pullar şöyle yazardım: -beklemek gövde gösterisidir zamanın. o iri yarı, tomris sever süreya böyle yapmış.
ben bir şair keşfettim mi, gelir misin bilmiyorum. fakat bu ara o kadar çok şiirle yaşıyorum ki. şiirlerdeki her kelimenin matematiksel bir uyumu olduğunu düşünüyorum. her kelime diğer bir kelimenin sağlaması gibi. göktengri inancı olmayanlar iyi şiir yazamaz diyor bir sohbette gözleri istanbul bakan kız. birden gözümün önüne bir stadyum önünde allahsız şairlerin resmi geçit yaptığı canlanıyor, gülümsüyorum.
şiir seven insanın dünya ile derdi büyüktür, şiir sevmeyen insanın da edebiyatla ve o dünyayla derdi büyüktür.
on yedi aralık davasında tahliyeler, o güzel adamları, güzel güzel savcılar kutularla kaçırdı medyadan, hukuktan.
ay bulutların arkasına saklanıyor, sokak lambalarından biri şuursuzca açılıp kapanıyor, sokaklar boşalıyor. bir çift gürültülü bir şekilde birbirlerine birşeyler anlatma derdine düşmüş, otobüsü hususi aracı gibi kullanan şoföre bakıldığında saati günün son seferi olarak belirliyorum.
karşındakini kendi sözcüklerinle üzemeyeceğini bildiğinden dışarıdan sözcük kiralarsın, üzmek için değil, gerçekleri farkettirmek için. insanları üzmek yerine üzülen insanları kendine getirmek gibi bir görev vermiş zeus, bir ona karşı gelemiyorum, bir de su gözlü kıza.
nedensiz bir şekilde üzdüğümü hissediyorum, üzülen aslında benken. insanlar neden karşısındaki ile duygularını paylaşmaz?
popüler olan herşeye karşıyız. büyük sözler söyleyen çağdaş türk edebiyatı'na mensup yazarların çoğunu sevemedim, bu yüzden hakan günday okumadım mesela hiç. popülaritesi yüksek filmler de ilgimi hiç çekmedi. kaybedenler kulübü bu yargının dışarısında, üzerine alınmadan sigarasını tüttürmekte.
-bizi seveni, biz de sevelim diyor mete avunduk görünümlü yiğit özşener.
-senlik hayat. demişti ufacık ve konuşkan elli, en büyük hayalimin kitaplar basmak olduğunu bilen kız. ona kendimi çok anlatmadım, o anlattı ben dinledim, fakat o beni biliyordu zaten, özlem duygusu en çok bu yüzden zaten. sesini bile özlediğini farkettiğin insanlar yanında olmalı ya da telefonun öbür ucunda. özledim.
memlekette her şey siyaha gidiyor. bizde durum zaten  siyah. alkol ile karıştırmayınız yazıyor salak mavi-gri kutuda, kimse oralı olmuyor, karıştırıyoruz, her şey siyaha giderken. sarı ile derdimiz büyük.
yazarlar da yanılır. ütopyaların güzel olduğunu bas bas bağırdı şensoy ferhangi şeyler'de zamanında. aşık mahsuni öldüğünde fark etmiş olacak ki çıkardı oyundan eserini şensoy, ütopyalar güzel falan değil, içsıkandı. içsıkıntısı delirtir, lanetler.
-yalnızlık tanrının en büyük lanetidir.
-yalnızlık lanet olarak algılanmayacak kadar özeldir.
bir gün önce o evde kahkaha atarken, diğer bir gün ağlayabiliyoruz. üstelik birimiz hiç ağlayamıyor, ağlamayı bile beceremiyor. kötü hissediyorum, meğer ağlamak da bir garip işmiş bunca iş arasında. sabaha kadar içiyorum.
-alkol almadan sinirli oluyorsun, şurada oturalım da birşeyler iç.- cümlesi biraz can sıkabilir, diğer bir dostta bunu onaylayınca, donanmalarım ateşe verildi limanda, tüm şehirlerimde topraklar kaydı. okulun ikinci dönemi alkolü bırakma sergüzeştine sığınıp fil gibi içmeye devam kararı aldım.
-başımın çaresine bakarım.
-bakamıyosun. samimiyetinde birini hayatında istiyorsun. o treni de kaçırmışız gibi duruyor.
bazen  en büyük kaybediş -arkadaşım ol-dur. belki de en büyük kazanç... umrunda olur mu bilmiyorum ama yazdıklarımda yaşayacak o çokça sahte gülümseme içindeki az gülen, o kız.
yazarlar da yanılır.
emrah serbes barış bıçakçı'nın en iyi kitabının aramızdaki en kısa mesafe olduğunu söylüyor, o da yanılabilir, bıçakçı'nın en iyi kitabı bizim büyük çaresizliğimiz.
okulun açılacak olma fikri yayılıyor takvimden dört bir yana. abanıyorum rakıya, sanki ben rakı kadehlerini doldurdukça günler geçmeyi bırakacak gibi hissediyorum. rakının insana verdiği sihirbazlık hissi bu sefer boş çıkıyor. okulu sevmeme nedenimiz ayyuka çıkmış. ayyuku sadece yıldızlardan yıldız beğenirken
 hatırlayıp, kafamı kaldırıyorum. bir de shakespeare okurken...
"sen aydınlatırsın akşamı, yıldızlar parlamadığında"
 kadınlar hep olmadık zamanlarda gitmeyi severler, diyor mahir ünsal eriş.
yazarlar yanılmaya da biliyormuş.
gözleri istanbul bakan ağlamayı beceremeyen kıza bakmamak lazım; beni yalnız bırakan tanrıya daha fazla yalvartma beni. gel artık, yalnızlığı sevmiyorum.
-saçmalama, tabii ki de alkoliksin.

illustrasyon: fresk