18 Ekim 2013 Cuma

-ağbi sende teoman kompleksi var bence

siyah beyaz bir veda;
 edebiyat antolojisine bir türlü alınmayan ve fakat boyu kadar yazın dünyasına eserler vermiş ustam şensoy  ferhangi şeyler'in bir kaydının sonunda şöyle bir tirad atar "bir çocuktu sizinle konuşan, 7 ile 37 yaş arası. zaman zaman 7, zaman zaman 37, zamanlar arası kah 17 kah 27 ama giderek konuştukça 107,307,1307..." ve  eşrefoğlu rumii divanı'ndan bana derdin manzumundan uyarladığı şarkıya girer.

  hep bir senaryo dolaşır film çekme özlemiyle değişik limanlara yelken açan heves sahibi insanların kafalarında. bu senaryoyu başarılı bir yönetmenin eline teslim etmek isteyerek prodüksiyon kapıları aşındıran senaristler vardır. olumsuz yanıtları bir bir suratının belirli bölgelerine birden fazla yiyen senaryosunu filmleştiremeyen senaristler, rüyalarında yönetmenliğini yapar öyküsünün; bütçe de gerekmez buna. düşlerinde oynattığı oyunculara para da vermezler; başvurduğu müzikler için telif ücreti de... bir rol için haluk bilginer'i düşünürken diğer bir rol içinse morgan freeman'ı seçebilir. morgan freeman'ın dil sorununu da dublajda nur subaşı çözebilir. john williams da bu filmin müziklerini yapar ki hayaldir olabilir.
 hayallerini gerçekleştiremeyen adamlar başkalarının gerçekleştirdiği artık yaşamları olan hayallerine sarılırlar. bağlanırlar.
 işte bu ve fotokopisi düşüncelerle, herhangi bir yazarın öyküsünde  ancak yoldan geçen adam veya barda oturup biranın köpüğünde yüzmeye çalışabilecek ben, ahmet mümtaz taylan'ın da dediği gibi -yazanlık yapmaya başladım burada: cuma günleri son ders zili çaldığında ki hafta sonunu kucaklayan çocuk hevesiyle yazdım sayfalar dolusu gereksiz vuruşları. etkileyici olduğunu düşündüğüm dizeleri, cümleleri yazarlarından habersiz hayran-i arak şeklinde hırsızlığa da başvurmadım değil(!) insanlar güzel şeyler okusun diyerek. bunun cezası yoktur ulu manitu'nun gözünde.
  hayaller önemlidir çocuklar için. çocukken iyi saklananlar, hep çocuk kalırlar diyor vedat özdemiroğlu. hayallerimizin ağırlığı başımızın üzerinde yer alan düşünce balonunu yırtmış olacak ki yeni şeyler taşıyamaz olduk o balonda. zamanın tehlikeli bir getirisi olan bencillik hissi ile paralel gelişen değersizlik hissi de bir virüs gibi bulaştı balon içindeki yazılanlara. bir bahane olarak bu yaşta;
 anlatacaklarımız bitmiştir ya da anlattıklarımızın kendimize bir faydası olmamıştır ki okuyucuya bu ve bunun gibi boş metinleri okutmaktan sıkılmışızdır, belki de kendimizden sıkılmışızdır.
 bir süre daha yere paralel gittikten sonra, yazarak hayatımızı değiştirebildiğimizi anladığımda, yükselirken çıkarım karşınıza. tekrar sarılırız okunmayan yazılarımıza okuyan birkaç kişinin verdiği -yaz duygusuyla, yaz sıcağında bile. kim için yazdıklarımıza. senyor kesada gibi uygun bir anı kovalarız yel değirmenlerine karşı mücadele etmek için hiç rüzgarlı bir sabahı bekleriz birlikte. yeni bir adreste  samimiyetin hastalık olduğuna inandırmaya çalışsalar da yine aynı samimiyetimizle çıkarız karşınıza pazarları sevmeye başladığımız zaman. bu zaman zarfı içinde gözleri başka bakan tanıdığım okurları konuk ederim eser diyemeyeceğimiz öykülerde dosya kağıdının içinde yazılı şekilde, orada konuşuruz sizle, sizden habersiz.
 “bir şey sunulmuştu bana, bir hediye, bir meyve. ama ben o meyveden tadamadım, gök erik gibi kaldı avcumda dünya. şimdi ben uykusuzum, yalınayağım, kendimle meşgulüm. kapımın önünde boş peynir tenekeleri, yağmur suyu biriktiriyorum. kendi kendime, sanatçı tecrübe edinemeyen insandır, diyorum, bu dünyada hiçbir tecrübesi olmayan insandır ama şimdi sen karala bunun üstünü, yırt sen bunu, olmadı çünkü, olmadı işte. nafile.”

gülerek kalın. gülmek, -ebilmek önemli, gülen insanlardan zarar gelmez çünkü.

25 Ağustos 2013 Pazar

Güç = İş / Zaman Değil Her Zaman

Güçlü olmak sandığınız kadar güzel değil. Çünkü güçlüyseniz tüm sorunları tek başınıza çözmelisiniz. Üzüntünüze sevdiklerinizi de dahil ediyorsanız, bu kimliğinizi çöpe attınız demektir. Güçlüyseniz, teslim olamazsınız. Çok isteyip anlatamaz, anlatsanız bile mutsuzluğunuza ortak edemezsiniz. Güçlüyseniz yalnız olmak zorundasınız. Değilseniz, yalnızlaşmalısınız. Sırf bu yüzden çok sevdiklerinizi uzaklaştırmalı, gerekiyorsa kırmalısınız. Güçlüyseniz devamlı gülmek zorundasınız. Arkası kesilmeyen soruların muhatabı olmamak için. Siz herhangi biri gibi durgun olamaz, sakin kalamazsınız çünkü. O berbatken sizi görmek isteyebilir göremese de en azından sesinizi duymalı, aklınızda olduğunu her an hissetmeli. Sizinse böyle bir hakkınız yok çünkü siz kimseye ihtiyaç duyamazsınız. Söyleyecekleri hiçbir şeyi farkettirmeyecekken umursanmayı bekleyemezsiniz. Siz kendi başınıza yaşayacak, kendi başına öğrenecek, yalnız kazanıp kaybedeceksiniz. Unutmayın siz kimseyi üzmek istemeyecek kadar bencilsiniz, düşünceli değil. Bencilliğinizi de gücünüzden alıyorsunuz. Ve biz ilkin böyle anlaştık sizinle şimdi istediğiniz kadar yıpranmış olun, olabildiğince mutsuz kalın hatta bir bit yavrusundan bile değersiz hissedin bu anlaşmayı bozamazsınız.
birim zamanda harcanan enerjiye güç değil, karakter denir.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Güncede Tuz Kokusu


  Doğum günümüzü bir ay geçmiş, bir ayda neler yaşamışız belli değil. Tatil yaşayamadığımız daha da belli. Bir özlem treni ile geziyoruz hiç raylı İzmir-Balıklıova arası mekik dokuyoruz gri yollarda, virajlar içimden geçiyor, dalgalar taşlarıma vuruyor.
 Zeytin ağaçları rüzgarın selamını alıyor, bir anne çocuğunun başına şapka takma derdiyle yanıp tutuşuyor. Bir çocuk dalgakıran inşa ediyor deniz kenarına kumdan kalelerini korumak için.
  Balıklıova'nın sakin suları iki kişiyi almış, sahildeki amcalardan duydum. Sabah gazetesi okuyan amca söylüyor Hürriyet okuyan sarı bıyık dedeye.
 - O gazete ile senin ne işin olur? diye soruyor hiç Doğan Hızlan okumamış Hürriyetçi amca.
 - Ne bileyim yahu, Yeni Asır yoktu, ben de bunu aldım. Burada yazıyor; altı kişi botla açılmışlar, dördü kıyıya yüzmeyi başarmış.
 Garip bir sevda şu deniz aşkı. Bu durumda ölenler platonik aşk yaşayanlar oluyor herhalde...
 Ben o ara sıkıntıdan saracak bir şey bulamayıp sahilde kitap okuyanlara bok atma derdindeyim. Arkadaşıma yobaz düşüncelerimi empoze etmeye çalışıyorum. Luke Rhinehart okuyor, Pegasus Yayınları'nın bu ara tavan yaptığını söylüyorum, bir çeviri sıkıntısı veya bile bile para kazanma derdinden aynı kitabı iki farklı isimle piyasaya sunduğundan haberimiz var. Bu yüzden daha da önemsemiyorum okuduğu kitabı.
 - Bu yazar adam siz o kitabın arasına kum kaçırın, kapağını deniz tuzu ile marine edin diye yazmamış! Ertesi gün ondan habersiz Kayıp Bir Denizci'yi okuyorum anlatı türündeki, kumlar ile küs vaziyette. Bu okuduğumuz ikinci Gabriel Garcia Marquez eseri. Henüz kalemine pek hakim değiliz, aramız çok iyi değil yani, -merhaba merhaba bir ilişkimiz var. Yazdıklarının üzerine kum kaçırmak gayet fena ayıp!
 Babaannem karşı kıyıya yüzdüğümü öğrenmiş, iktidar düşkünü ihbarcı yan komşu teyzeden. Kızıyor, bir şey olacağımdan endişeli, büyüdüğümüzü göremiyor babaannem. Eli yabalı tanrı ile bir derdimizin olmadığını, aksine beni sevdiğini, koruyacağını söylüyorum. Gene ne diyor bu oğlan bakışı atıyor, ne yemek istediğimi soruyor. Kuzenime on sekiz yaşında olup olmadığımı sormuş geçen sene. Babaanne yanları en iyi terapidir, hele ailenin tek erkek çocuğuysanız. bizim önemsemediğimiz soyadı, onlar için önemli.
...
  Küçüklük arkadaşları birbir eksilmiş zeytin ağaçlarının gölgesinin vurduğu sahilde. Bir elin parmaklarını geçebildiğimiz günün, tükeneceğimiz gün olduğuna karar veriyorum Sezen Aksu'dan telif haklarını almadan. Eskiler albümünü indiriyoruz Balıklıova'nın anılar kütüphanesinden. Eski oyunlar, eski sohbetler, saçma sapan çocukluk aşkları. Tekrar yerine kaldırıyoruz sarışın çocukla albümü. Sarışın çocuk dostumuzdur, kışın görüşememekten hoşnut değiliz ikimiz de. Yaz dostluğuna dönüşmek zorunda kalıyor ilişkiler, bu sene Demirtaş'ın kreşinde fazlasıyla zaman geçirdiğimi belirtiyorum her muhabbette. Gece birlikte arkadaşlık ediyoruz kıyıda dolaşan küçük yengece. Tiyatro konuşuyoruz, kitaplardan konuşuyoruz. Mutlu oluyorum. Bana Taht Oyunları'nı izletme derdinde. Ortak şikayetlerimiz var popüler kültür içinde kendine yer bulmaya çalışan kültürsüz zontalardan.
  -Shakespeare bir başkadır ağbiii...cilerden onun çevresinde de varmış, belki bundandır Shakespeare'e mesafeli davranıyor. Ona bu İngiliz'i sevdirme derdine düşerek; -Machbeth okumasını tavsiye ediyorum, okuduğunu ve onluk olmadığını söylüyor, olabilir, kapatıyoruz bu var ile yok arasındaki İngiliz yazarı.
 Sarışın çocuk Frenkçe hayalimi gerçekleştirme derdinde, Frenkçe öğrenimine devam ediyor Frengistan Kültür'de. Almanca öğretmenliği  okuyan arkadaşla sıkı bir dil muhabbetine giriliyor. -Göster oğlum amcana pipini türünden isteklerle cümleler kurulmasını istiyoruz. Almanca, Fransızca derken benim de bir yıl İtalyanca okuduğum aklıma geliyor. Aklıma bile sonradan gelen bu eylem ile doğru orantılı olarak bir bok konuşamıyorum haliyle. Bir diğer arkadaş içine kapanıyor, tek İngilizce biliyorum lan düşüncesi ile... Bir şey olmaz lan Selin, ben onu da bilmiyorum!
 Yıldızlar gökyüzünü işgal etmiş, yıldızdan yıldız beğenirken kendimize biten ilişkiler konuşuluyor başka bir gün. Balıkçılar ağ atıyor geceleri, balıkların özgürlüklerinden hoşlanmıyor balıkçılar. Yaşanmışlıktan çok yaşanamamışlıkların daha çok acı verebileceğini söylüyorum biranın memleketine eğitim için gidecek dosta, sevgilisinden ayrılmış, anıların olmasının daha kötü olduğunu söylüyor, anısızlığın daha bok olduğunu söyleyerek olayı Siyaset Meydanı'na dönüştürmemeye karar veriyorum. Gözlerinin dolması ile gözyaşları sanki içimize doluyor. Bazen yıldızlar bakar kayıp gidene düşüncesinden hareketle nikotin bulutuna binip, bizi seyreden kayan yıldızın peşine düşüyoruz.
  Doğum günümüzü bir ay geçmiş, bu da demek oluyor ki okullarımız bir ay daha yaklaşmış. O sahte ibneleri görmek istemiyor gözlerim. Sene boyunca şikayet ettiğimiz temel tasarım bizi diğer güzel sanatlar fakültesi bölümleri ile haşır ve neşir ediyordu. Morlu kadın da bir daha hocamız olmayacak, herkesin içinde şaka ile karışık azarlamayacak beni. Üşengeç ikili olarak gezdiğimiz çizer çocuk ile sandalyeler yardımıyla -çarpışan arabavari oyunlar oynayamayacağız. Biraz daha içim sıkılıyor. Bu yıl stüdyodaki güzel kızlar yerine sadece bir ekrana bakmak insanın canını sıkacak duygusu kaplıyor içimi. Kitap tutması gereken ellerin gerektiğinden fazla mouse tutmasına karşıyım, işsiz olacağımız belli. Üstelik temel tasarımda ince parmakları ile cetvel tutan kızlardan yok bölümümüzde! Bir kez daha sevmiyorum bölümümü. Radikal kararlar aldığımızı belirtiyoruz Urla'nın dağlarında çiçekler açar üniversitesinde okuyan sarışın çocukla. Yapılacaklar listesi oluşturmuşum. Birincisi: Kalın çerçeveli gözlük almak. Bu gözlüklerin ağırlıkları, okuduğu kitapların ağırlığından fazla olan insanlar olduğunu düşünmekteyim. Listenin sonu yok, zaten böyle bir liste de yok! Değişmemektir bizim asıl görevimiz. Kitapların insanların fiziksel özelliklerini değiştirmek için yazıldığını düşünmüyorum.
...
  Ramazan ayının en güzel yanı, pidesi. daha da bir güzelliğini görmedim. Ramazan pidesi kuyruğuna giriyorum iftar saatine yakın, elimizde Hoşbeş. Bir amca yaklaşıyor olmayan kuyruğa, bu ve bunun gibi çok amca var Balıklıova'da. Genç nüfusa soykırım yapmış gibiler. Çıkan pideyi ona verme taraftarıyım, o da ilk pideleri bana bırakma taraftarı değil zaten.
   Altın tasmalı bir dede yaklaşıyor, sanıyorum bu altın kolye takan son nesilden. Tişörtümün üzerindeki ahşap gemiye kafayı takmış, modelini soruyor, bilmediğimi belirtiyorum, -Bildiğimiz ahşap gemi, yelkenli falan işte. diyorum gayet gülümseyerek. Bu sefer de tişörtümün üzerindeki "koala" yazısına takılıyor, maydanozengiz dede.
 - Koala ne oluyor?
 - Bir dergiydi efendim.
 - Yok mu artık?
  -Maalesef herbokolog dedeciğim. Kapanmak veya batmak durumunda kaldı.
 -Boş ver oğlum mühim olan insanoğlu batmasın!.. Nasıl bir dergiydi?
 - Bir mizah dergisiydi efendim, sarı sayfalı dergilerden diyeyim, anımsarsınız. Sanıyorum siz Akbaba'nın ilk yıllarını bilirsiniz? Yaşınız ve altın tasmanız öyle gösteriyor da...

 - Akbaba'yı bilmiyorum da Gırgır vardı, Gırgır. Avni vardı Oğuz Aral çizerdi, bizim oğlan alırdı, ben de okurdum, gerçi benim oğlan da eşşşek kadar adam oldu!.. Oğuz Aral'ın kardeşi vardı mesela bir de neydi adı? Bir dakika çıkarıcam şimdi...
- Tekin Aral.
- Heh çok yaşa çocuk. Var mı hala öyle dergiler?
- Var, olmaz mı!
 Benim elli beş kilo verdiğimi siteye duyurma görevini üstlendiğini düşündüğüm Muammer Bey Amca geliyor. Sıradaki herbokolog dedeye ve sessiz sakin sandalyelerinde oturan amcalara selam hitap kelimelerini kullanmadan, bak bu delikanlı altmış kilo verdi! diye giriyor lafa. Elli-elli beş civarında olduğunu söylüyorum. Fakat biraz daha vermem gerektiğini belirtiyorum, hala büyük beden kategorisinde olduğumu söylüyorum, ya da ben öyle düşünüyorum, bilmiyorum. Herbokolog dede:
 - İnsanoğlu böyle nankör işte Muammer! Doyumsuz...
  Bana bir kez daha bakıp vay amınakoyayım bakışı atıyor:
 - Bu dünyada kararlı olacaksın, karar ve istek başarı getirir! diyor. Herbokolog dedenin bir önceki hayatında Kafka olduğuna karar veriyorum, aforizmalarda bulunuyor dede, hatırlamadığım.
 - Alalım şu pideleri de birlikte yürüyelim de anlat nasıl kilo verdin!
  Pideler el yakıyor, dedenin merakı kafa ütülüyor, güneş rakı burcuna giriyor. Sahildeki banklarda yaşlı nüfusu artmaya başlıyor.
  Dedemin ölümü üzerinden dört yıl iki ay geçmiş; yürüyorum ufakken dedemle yürüdüğüm arnavut taşlı yolları, dil aldırma operasyonu yapılması gereken başkasının dedesi ile. İnsan ölenler için duyduğu sevgiyi yaşayanlara aktarmalı diye düşünüyorum...
 ...
 Pazar günü sitenin kurulduğu arazinin sahiplerinin yıllar önce ikamet ettiği, sitenin inşasından sonra da kafe-restoran olarak kullanılan tarihi köşkte biraya ve patatese düşüyoruz baba ile. Ahmet Kaya çalmaya başlayınca bir kahkaha atıyorum, içinden geçip gidiyorum. Neden güldüğümü soruyor, hiç diyorum. Bir bira daha söylüyorum sularına sıkıntımızı attığımız günden beri eskisi kadar mavi olmayan denize karşı.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Elde Var Sonsuz


  bir film giriyor düşünce bulutuna; selamsız çıkageliyor, sonsuz.
 eski günler getiriyor insanın aklına, dostlarla birlikte gidilen sinema salonlarını. dostlar hala yanımızda, gittiğimiz salon yerinde değil. anıları da perdesiyle bir söküyor o salon, bir tırın içine sokmaya çalışıyor, anılar tırdan taşıyor, nakliye işçileri kaldıramıyor yerden yere düşen anıları. ağırdır anılar, boşlukta bir yer kaplamazlar fakat belirli bir hacimleri vardır, o boşluğu anılar doldurmaz, anıları yaşadığın insanlar doldurur.
 boşluklardan korkmadığımızı gece yarılarına kadar sınavlara çalışmamaya başladığımız gün anlıyoruz ilk profesyonel olarak. çünkü başka şehre bakar gözlerin, matematik bilgilerin çalışmamaktan sığdır, derin hayallere kapılamazsın.
  yazarak gitmek istersin sende, yaşam düzenin zincirlemiştir ayak bileğini ve en önemlisi de düşüncelerini.
 gidememenin boşluğunu doldurmaya çalışırsın bir şeylerle, arkadaşlarla, aşklarla ve en önemlisi bir o kadar da can sıkan kitaplarla. kitaplarda okuduğunuz yaşamların başarıları imrendirir sizi, bir boku başaramamanın elde olan hüznü ve sonsuzluğu siyah bir düşünce balonu oluşturmanıza sebep olur, o balonun içerisine yazılan yazılar okunamaz kimseler tarafından, gün gelince kendi düşüncelerini de okuyamamaya başlarsınız.
 dostla istanbul konuşuyoruz bütün gün, bizim aşkımızı başkaları yaşıyor, türlü anı senaryoları yaşatıyor insanın hatırında masum hayalleri beton sevdasına terk etmiş şehir. boşlukları hayaller ile değil de betonlarla dolduruyor yeditepeli istanbul.
  -gitmek istersen, her yer yakındır! diyordu *sonsuz.
   peh!
 *unuttuğumuz şarkımızı söyle.

4 Ağustos 2013 Pazar

güneş saati kullanan adam


aşkı şiirle anlatmayı tercih etmiştir bozkır yakışıklısı uyar. oysa deklanşöre basıp, yaşamdan anı çalan hırsız parmak belki daha da güzel anlatmıştır aşkı.
  el altıdır büyük saat'i, yardır, yarindir. üşengeç adam içindir şiirleri, anlatır her şeyi; sizi kelimeleri yan-yana getirmeye zorlamaz; onun kelimeleri can-canadır. iyi ki doğmuş.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Yazanlar ve Tanrılar


                                                           - Söyle bana Pablo, aşkı nasıl küpe çevirirsin?
  yazmak bir bakıma ruhsal terapidir, hiç psikologsuz bünyeye, çok freud şeyler katabilir yazı sana. yazı da öyle yaz gibi gelmez; yazı kıştır, altyapısı düzensiz olan iniş çıkışlı yollarda çok piçfikirli araç sürücülerinin çamurlu sularından tutun da kaygan zeminde kıç üstü yere oturtabilecek şey de yazının kendisidir.
sosyal medya ile fikir sahibi olmadan yazı yazılmasının ne kadar da başarılabileceğini gördük, görüyoruz, göreceğiz. örneğin ben ve ben gibi klavyeli adamlar, -benim de tuşlarım var lan! gibi gayet salak yargı ile yazı yazabiliyor. bunların bir de mavi kuş sayfasını kullanmaları insanların sinirlerini alt ve üst edebiliyor.
işin en garip tarafı bu sanal yazarlık sizin kendinizi bir bok olarak görmenizi yasallaştırıyor...
  oysa resim öyle değil. hiç kimse bir günde sosyal medya denen sikimsonik olan ve bütün mecralarda var olduğumuz platformda ressam kesilemez. renoir bir gece yarısı çocuksu düşlerinizi fırça darbeleri ile kana bulayabilir, hiç kendisinin de hoşlanmayacağı biçimde böyle bir durumda. belki de en büyük dezavantajımız bob ross'u izleyerek büyümek oldu; -belki orada olan ağaçlar'ın dalları ruhumuza battı ve yeteneklerimize zarar verdi.
  ressamların tanrı olduğuna inanmıyor değilim kimi zaman, kendi dünyalarını kulları yani boyaları, fırçaları yardımıyla oluşturuyorlar. üstelik onların dünyasında cezalandırılanların düştüğüne inanılan cehennem de renklerle oluşturulucaktır; ne kadar kötü olabilir ki?
  düşünceleri, daha çok duyguları yazarak değil de resimler ile anlatmak isterdim küçüklüğümden bu yana.  hatta zamanında bu işin yetenekten çok çalışma ile alakası olduğunu düşünecek yaşta olmadığım dokuzlu-onlu yaşlarda resim kursuna başlamıştım; atarideki ikinci kolun anlamı olan çocukluk arkadaşım, yan komşum çok güzel resim yapıyordu.  pastel boyaların canson kağıt üzerindeki dansı büyülemiş olacak ki aynı kursa ben de yazıldım gayet idrar yarışı zihniyeti ile. eli caran d'achelı çocuğun ablası güzel sanatlar lisesinde okuyordu hep çalışmalarını ağzımdan salyalar akarak izlerdim. yaşamım boyunca hep bir iştah sorunum olduğundan bu sefer de maymun iştahına rast gelmiş olduk, bıraktık.
  takvim yapraklarını çok hızlı yırttı yıllar. trt'nin bu kadar badem bıyıklaşmamış yıllarında hollandalı bir adam tanıtıyordu, güzel sesli seslendiren, çok çalışmaktan,zorluklardan bahsediyordu. hayatımda bu iki kavramı da yaşamadım; yaşamadığımız şeyleri daha bir heyecanla izleriz. vincent van gogh... sarının hükümdarı...
biyografik ve otobiyografik eserler sanatın her alanında daha çok ilgimi çekmiştir; lise sonları artık sayısaldan bir bok olamayacağımız gayet bok gibi de meydandayken, modigliani'yi keşfetme şerefine eriştik gündeste'deki bir dizeden hareketle:
       "demir aldık bir modigliani kadının gürültülü yaşamından"
   
- biz de hep demir alıyoruz yaşamlardan fakat nedir ulan bu modigliani? sorusunu ben her bir şeyi çok iyi bilirim gugıl'a danıştık; sanatçının az yıllarını az bir özetledi; - ağbi elimde bir de film var, ona da bak istersen dedi, teşekkür ettiğimi belirttim, o orasıyla ilgilenmedi. ben de bozulduğumu faça vermeden filmi izledim; bir kez daha sevmedim picasso'yu, picasso'nun çok da üreme uzvundaymışçasına, daha da tanımak istedim modi'yi, olmadı.
  demirtaş'ın ana okulunda baskı için çizim teknikleri yapılacak az derste, bir ressam seçerek portremizi onun tarzı ile çizmemizi istediler; modi ile tekrar görüşme fırsatı yakaladık, ne yaptığımı sordu, cevap veremedim, ilk tanışmamızdan beri bir bok yapmadığımı söyleyemedim, -siktir et dercesine içkisinden bir yudum aldı, sigarasından uzattı, hala içmediğimi belirttim, -saçmalık, sadece tütün ve alkol, bir yaşamı bitirmeye yetebilir dedi, uyuşturucu dedim, o işin katma değer vergisi düşünceleri dedi, güldük.
  onun tarzı ile yaptığım portrenin karikatüre benzemesi ikimizin de hiç hoşuna gitmemişti, türkçe bilip hiç kelime vermeyen hoca resme sanki bizim peluş sandığımız oysa tdk'na göre pelüş olan oyuncak ayılara bakar gibi, çok sevimli olmuş diye noktayı koymadı, üç nokta  ile devam etti.
  kendimin karşıt cinsi renkli fotokopisi arkadaşım ile film izleyecekken önermiştim seveceğini düşündüğüm modigliani'yi. bir filmi birlikte izlemek için illa yan-yana, küçük sinemaların düşmanları olan endüstrileşmiş salonları tercih etmeye gerek yoktur düşüncesine sığınarak, aynı filmi farklı yerlerde izlemek de ortak yargılar çıkarır fikri ile izledim filmi yine-yeniden.
  jeanne'nin gözlerini, asıl jeanne'yi gördüğü zaman çizeceğini söylüyordu filmde modi görünümlü garcia. mick davis'in güzel bir yere dikkat çektiğine karar vererek, bir ressam olsaydım, modigliani'yi taklit etmekten hiç çekinmeyeceğimi düşündüm. hırsız derlerdi, desinler.
  eğer birinin gerçek yüzünü gördüğümde gözlerini değil de gülüşünü çizmek isterdim; sanatın geleceği bir kadının gülüşündedir; çünkü o gülüş anında tüm saflığı ile karşınızdadır modeliniz, ressam olarak bunu hayatım boyunca gerçekleştiremeyeceğimden, insanların gerçek yüzünü görmek için sürekli güldürüyorum sıradan birey olarak, ve bu bob ross'un dalları ile yaralanan yüreğimizi, iyileştiriyor gün geçtikçe, üzülsek bile.
  güldüğümüz insanlar ile geceleri doğurduğumuz hayallerin, gün doğduğunda emekleyemeden yok oluşunu izliyoruz, kanalı değiştiremiyoruz.

26 Temmuz 2013 Cuma

özgürlük


kendimizi özgür zannediyoruz oysaki sadece ipimizi biraz uzun bırakmışlar. Sınırlara gelince fark ediliyor bu. Dışarı çıkmak isterken kendini cama vurup duran yarı delirmiş kara sinekler gibiyken. Sadece geceleri, yapayalnız ve yalınayakken anlaşılabilecek şeyler var.

25 Temmuz 2013 Perşembe

yüzde çok alkollü saman kağıt


 
"bir kız bulup aşık olacağım, en salak halim yüzüme yerleşecek, yaşamak başka bir heyecan ve boyut kazanacak. kıza şiirler düzeceğim, o bana umut verecek ya da bana öyle gelecek, orası önemli değil. bir gün gel diyeceğim gelmeyecek, ben saldıracağım içkiye, onurunuza zeytin ağaçları, selamın-hello balıklıova'nın huzur taşıyan rüzgarları!"
      Demişti Çarşambalı. Çarşambasız olarak değiştirdik kendi sığınağımıza göre davulcu davuluna ve insanların uykusuna tokmağı ile orantısız şiddet uyguladığı saatlerde.
      Bir de -İçimden garip bir ses, sen sonunu bekleme, tez elden al demiri, gün doğarken git diyor! demişliği var Seyircili Seyir Defteri'nde; fakat ona ne gücümüz ne de cesaretimiz var.

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Deli Düşleri

 - Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir. demiş Yahya Kemal biliyor muydun?
 - Bilmiyordum ağbi, ne anlatmaya çalışmış, bir de kim bu Yahya Kemal?
 - Boşver, ben de bilmiyorum. diyerek birasından uzunca bir yudum aldı. Biranın ona batmayan fakat rahatsız eden marka bilgilerinin yer aldığı kağıdı yırttı, yuvarlamaya başladı,
 - Öyle olsun, içmeyi bıraksan mı artık? diye tedirgin bir soru yöneltti olmayan adam, kumsalın betondan dökülmüş siyah beyaz oturma yerlerine çarparak adama ulaştı.
 - Neden?
 - ...
 - Şiirler vardır şarkı yazdırır, şarkılar vardır şiir yazdırır, şiirler ve şarkılar vardır; öykü yazdırır. Ezginin Günlüğü dinleyicilerine öykü yazdırmanın inceliklerini öğretiyor mesela, ince ince dokuyarak.
Yıllar içinde birkaç kez değişmiş solisti Ezginin Günlüğü'nün. Fikir babası hala içinde barınıyor; söz yazarlığını, çalgıcılığını yapmakta Nadir Göktürk.
 - Nereden çıktı ağbi?
 - Duymuyor musun Ezginin Günlüğü notalarını taşıyor rüzgar ile işbirlikçi dalgalar; Sanıyorum şuan Hakan Yılmaz Aykız'ı söylüyor; Azeri parçası. Ahmet Kaya da söylemiş zamanında.
   Çocuklar geçiyor sahilin üzerindeki kaçak kaleleri, yapıları eze eze. Gülüşüyorlar ,yapıların mimarlarının annelerinin sıcakta beynin pişti, baskılarını duymayarak amaçsızca şehirleşme çabalarını hiçe sayarak. Terliğinin kum dolmasından şikayetçi olan belediye tarafından görevlendirilmeyen yıkım ekiplerinin başı terliğini çıkardığı an, ekipten diğer çocuk kapıyor terliği, fırlatıyor denize terliği
  - Sana o dondurmayı yere atma demiştim, ödeştik, banane! diyerek koşuyor.
  - Orospu çocuğu! diye bağırdı arkasından ama orospu çocuğu oralı olmadı.
 - Bunlar biraz daha büyüyünce buradaki zeytin ağaçlarını sömürecekler biliyor musun? Hatta eminim bunların savaşları daha çetin geçecek!.. Bunlar daha da sinirli. Biz daha fazlaydık bunlardan, velet sürüsü! Türlü türlü oyunlar. Şimdi? Kimse yok.
 - Olsun ağbi, ben varım.
 - Var mısın? Hassikktir!
 Denizin gün içinde kendisine vurulan tokatlardan şikayetçi olduğu dalgalarından belliydi, dalgalar sinir ürünü olmasına rağmen azat ettiriyordu ruhları. Deniz nota taşımayı bıraktı, sahilin diğer tarafına popüler kültürün yozluğunu hissettirecek şarkıları açan adamlar gelince. Zaten az bokmuş gibi şarkılara remix adı altında düzenlemelerle kafa sikmekten öteye gitmeyen bu şarkılar insanın sinirlerini düğümlüyordu.
  - Bunlar müzik mi şimdi? diyerek -kapat ulan bu müzik sandığınız gürültüyü! demek için kalktı yerinden.
  - Boşver ağbi,  gel biraz daha diğer uca doğru ilerleyelim. Hem şurada balık tutan adamı izleriz.
  - Boş vakitlerin adamları bu balıkçılar, gelmeyecek şeyi bekliyorlar. Biraz da benziyoruz bir bakıma. Hem bunlar beklemeyi Beckett'ten değil de balıklardan öğrenmişler. Nah gelir balık!
  - Ağbi sence senin beklediğin gelir mi?
  - Bilmiyorum, biz bekleme fiilini seviyoruz, hem beklemenin sonunda gelen olursa, mutlu oluyorsun, mutluluk bir vazgeçiştir, neden vazgeçmeyi seçelim?
 - Hiç anlamıyorum seni. diyerek denize bir taş attı olmayan adam.
 - Ben de anlamıyorum zaten, siktir et.
 - Hiç Haldun Taner okudun mu? Haldun Taner gün içinde hiçbir şey yapmasa bile, daktilosunu Moda'da ki balkonuna atar, sadece gördüklerini yazarmış ve yazar olmaya hevesli gençlere de günde en az yirmi sayfa yazmalarını öğütlermiş. Mesela bu yazı da böyle bir kaygıyla yazılıyor olabilir, maksat boş kağıt dolsun. Yirmi sayfa da bence abartı. Yazamaz isen böyle kalabiliyorsun. Hem artık -tüket, at çılgınlığı hakim. İnsanlar öyle edebi, ağdalı bir dil beklemiyor yazarından. Ağdalı bir dil kurucam diye zaman öldürmenin de anlamı yok bu durumda. Bazen düşünmeden yapılmalı bir şey, doğaçlama gelişmeli. Fiillerimize düşüncelerden surlar örmenin kimseye bir faydası yok ki bize pansumanı olsun?
 -...
 Bir balık zıplayarak selam verdi balıkçı ile dalga geçermişçesine, hızlıca teknelerin yanına doğru yüzmeye devam etti. Balıkçı da küfrü ihmal etmedi, sinirlenip kovasını toplamaya başladı.
 -Ağbi içecekler bittiyse biz de kalkalım yavaş yavaş, ayrıca -bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir? de ne anlatıyor bu adam?
 - Boşver... Ben de öyle yaptım zaten... diyerek vedalaştı olmayan adam ile hiç olmamış adam.
  Gün aydınlanmaya başladı, deniz Sabah Türküsü'nü söylemeye başladı da duyacak kimse kalmadı etrafta dubada ikamet eden iki martı dışında. 

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Çocuk Zenginliği


" Dalgalar evimin duvarına vursun , bütün bu kumsal benim olsun , ben balkondan ayağımı denize sallayayım görgüsüzlüğünde değilim. Çocukken bütün kumsallar ve denizler ve dalgalar benimdi zaten. Kumdan kaleler , şatolar yapıyordum; tapusuz kadastrosuz. Dalgalar gelip yıkıyordu kalemi, şatomu. Dalgalardan davacı olmuyordum..."

5 Temmuz 2013 Cuma

Bensiklopedi Roma Rakamları İle On


- gün içinde bavuluna sıkıntısını, sevincini, heyecanını katıp otobüs şirketlerinin kıç içi kadar yazıhanelerine doluşan insanları yolcu ediyoruz önünden geçerek.
- Bu aralar en sıklıkla duyduğum en hoş üstü kapalı emir cümlesi: -Evet, şimdi tatlı bir gaz veriyoruz...,

- Asaf Halet Çelebi edebiyat yıllıklarının ve şiirlerin arasında sıkışık kalmış bir şair. Bir bakıma iyi de bakıyorum bu unutulmuşluğa. Şiirleri tekelimize alacak kadar bencil olmasak da bazı şairlerin sosyal medya denen maksadı -kendini olduğundan farklı gösterme mecrasında harcanmasını kabul etmek saçmalıktır. @ali @ayşe'ye tivit atsın diye Turgut Uyar -göğe bakalım! dememiştir!
 Şöyle de bir gerçek söz konusu ki ; şiirler birilerine ithaf edilebiliyorsa güzeldir; ithaf edilen kişi kendini zaten bilir; dizelerden tanır kendini, @ gibi bir etiketleme aracına ihtiyaç olmadan.
 - Asaf Halet Çelebi diyorduk; Çelebi duygu ile mistisizmi harmanlamış bir İstanbul Beyefendisi. Kim sorabilirdi İbrahim'e -gönlümü put sanıp da kıran kim? diye.
 - Neyi çok istediysem yapamadım; geyiğe girmeyeceğim sayın sevgili pek değerli birkaç okurdan biri. naber? neyse. Karikatür çizmeye de çalıştım hayatımın bir bölümünde, azıcık yol katetmiş de olabilirim bilmiyorum fakat sürekli neşeli, saf tipler çizmeye özen gösterdim; insanlar o kadar mutsuz o kadar kurnaz duruyorlardı ki... Ben çizmeyi bıraktım, insanlar biraz daha asık biraz daha insansız.
-  Sürekli bir şeyleri ertelerken yaşamı ertelemişiz hü.
-  Zeus şişmanları hiç sevmediğinden yaz mevsimini yaratmış.
-  Yol varsa gidilir.

- başım omzunda iken sayıkladığıma bakma

 beni istediğin yere götür
 ikimiz de ne uykudayız
                         ne uyanık

- O son şiiri okumayacaktık.

24 Haziran 2013 Pazartesi

Kitle İletişim Araçları

 milyon tane kitle iletişim araçlarından birini kullanıp, konuşamadıklarımızın olduğu yadsınamaz bir gerçek. telefonun sol üst köşesindeki iki milimlik mektup zarfı simgesinin heyecanı, mutluluğu teknolojinin tek güzel yanı. geri kalan her şey gereksiz; masaya dökemediğimiz sözcüklerimiz olduğu sürece.
 -garson bira getir, rakı götür.

19 Haziran 2013 Çarşamba

Dertler Tanrının Olsun


  Dertsizlikten dertlenen bünyelerin en ihtiyaç duymadığı şeydir yeni ilişkiler. Başlatmaya çalıştığınız ilişkilerin ikinci kişisi ile sizin aranızdaki farkında olunmayan uyumunuz ile paralel gelişen karşındakine duyduğun ben gibi hissi, seni arpalı ve bol anasonlu dertlere gark edebilir. Kendinin sana bir yararı olmuyorken ikinci bir kendim vakası can sıkabilir. Bu da işe derbi heyecanı katar. İşin daha da can sıkan etkisi; doksan dokuz isminden birini bile vermek istemeyen kimse tarafından sana -sürekli gülmelisin! görevi verilmiştir. Yanlış kişilere yanlış roller veren bir yönetmen ne kadar iyi anlatabilir elindeki texti. Elbette iyi bir oyuncu her karakterin kalbine oturabilendir; ancak iyi bir oyuncu olmadığımız gerçeğini göremez ise tanrı, ne denli izlenir seyirciler tarafından?
  Adaletli bir kimse de değildir tanrı; eşitlik duygusundan pek hazzetmediğinden olacak ki ilişkilere hümanist, hümanist olduğu kadar da marksist "eşitlik" duygusunu vermez. Hep biri sever, diğeri gider veya hiç gelmez, gelir gibi yapsa da gelmez. Sevenler bu kadar çok olduğu için mi gidenler fazladır bilinmez. Kaybedenlerin yazarı Emrah Serbes:
 - Eşitlik fikrine en çok aşıkken inanırız. Çünkü en çok o zaman ihtiyaç duyarız.
Kaybetmeyi bıraktığımız gün, bırakırız başkalarının görüşlerine önem vermeyi, alıntılamayı, sadece kendi düşüncelerimizi dökeriz sanal kağıda, hiç mürekkepli klavye ile. Fakat unutulmamalı ki Platon dahi komedyanın önde gelen isimlerinden Aristophanes'ten etkilenmiştir.

16 Haziran 2013 Pazar

13 Haziran 2013 Perşembe

ruhaltı


günün -yat uyu. vakitleri. can sıkıntısı. genel bir sıkıntı hali bizimki, yaşadıklarımızdan,yaşayacaklarımızdan. can sıkıntısına pansuman niyetinde bir kitap, biraz daha iyi uyumanı sağlayabilir; uyku uyunmuyor direngezi'li memlekette. rüyanızda polis kaskı ile queen dinliyor olabiliyorsunuz. sanıyorum bir polisten yürütülmüş, yanımdaki yüzünü hiç çıkaramadığım sakallı arkadaşta da polis kalkanı var; kalkanda ki polis yazısını halk diye değiştirmiş: birbirimizi hiç tanımıyoruz. polisler giderek yaklaşıyor, apartmana girmemiz gerektiğini söylüyor, apartmana girince uyanıyorum. korku imparatorluğu dedikleri şey bilinç altımıza da işlemiş. falınızda rönesans var. açıyorum rastgele daha  önce defalarca okuduğum arkadaş hediyesi kitabı. ilk deneme her ne ulu manitu hikmeti ise "beni sevmeyen polis". ilk kelimesini okuduğumda şensoy yanımda beliriyor, kendine has anlatış şekli ile başlıyor sanki ferhangi şeyler'in bir bölümünü anlatmaya. -hep merak etmişimdir itfaiyeci olmak varken insan niye polis olur? ilkokulda alfabeyi keşfederken, daha polisin p'sini tam öğrenmemişken, birdenbire o çocuk aklına gelmez insanın polis olmak. bu insanda biraz daha palazlandıktan sonra gelişen bir duygu. devam ediyor usta ikinci satır başında. -herhalde onu kimse tutuklayamasın, görünce insanlar ondan çekinsin, belinde tabancası olduğu için ondan korkulsun, ya da birşey çaldığında ona "hırsız" yerine "polis" denilsin diye. belki de korkak olduğu için. o elbiseyi giydiği zaman korkak olduğu belli olmadığından, birileri ondan korktuğunda, bundan belirgin  bir haz, bir tatmin duyduğu için. yoksa durup dururken polis olmak gelmez kimsenin esrarengiz aklına.
şensoy'u kapatıyorum, serbes'i alıyorum elime. denemesini kendi üslubu ile anlatan şensoy bu duruma açık seçik bozulsa da pek belli etmiyor, serbes'in üslubunu beğenir diye düşünüyorum, okudunuz mu diye soruyorum? -zamanım yok, yazmam gerekiyor. diyor. serbes elinde birası ile çıkıp geliyor ben bataklıkta dans'ı rastgele açtığımda. gözleri kıpkırmızı; polis müdahalesinde biber gazı'nı sek olarak tüketmiş bir hali var. serbes'in hikayem paramparça'sı can sıkıntımın nedenlerini açıkça yüzüstüne çıkarıyor, kendime bile söyleyemediklerimi deneme-hikaye türünde gel-gitler yaşayan metinlerinde yazmış serbes. böyle düşündüğümü söylediğimde, babaacan bir şekilde kafası ile onaylıyor, birasından uzun süreli bir yudum alıyor; konuşmaya başlıyor: -beni içine çekip yavaş yavaş boğan şey ne? en güzel şeyler, en sevdiğim şeyler, en pratik şeyler. en çok parlayan şeyler onlar, özünde sönmüş şeyler. bataklıkta dans ediyoruz. bataklıkta olduğumuzu hatırlatanları boğarak. kıyametin tek adaleti, herkes için kopması. 
serbes'in kitabının arasından gidilemeyen konser biletleri düşüyor, bir tuhaf hissediyorum. serbes kaldırıyor, izlenmiş tiyatro biletlerinin, dinlenmiş konser biletlerinin dosyasına atıyor. -gidersin oğlum! diyor. gülüyoruz.

(karikatür: bahadır baruter.)

19 Mayıs 2013 Pazar

Bensiklopedi Roma Rakamları ile Dokuz


- Feridun Düzağaç.
- Yeniköy.
- Orjinal Altyazılı ile tanıyalı 10 yıl olmuş bu güzel adamı, erken yaşta güzel kişiler tanımak daha da güzeldir.
- Hürriyet de küçüklüğümüzde tanıdığımız çok reklamlı az iyi yazarlı, bol mankenli gazete. İnternet sitelerinde manşet olarak verdiklerinin manşet ile uzaktan yakından ilgisi olmayan, "ünlülerin instagram fotoğrafları" sekmesi ile yayın politikalarının ne çizgide olduğunu öğrendiğimiz kağıt ziyanının sanal ortama geçirilmiş hali.
- Doğan Hızlan da olmasa... Zannediyorum ki Hürriyet okurlarının ilgilenmediği tek yazardır. Onlar daha
çok
kara
mizah yapmayı
kendine iş
edinmiş  gevrek yiyen
yılmaz özdil
okuyucularıdır.
 - Sabahtan akşama kadar evin çeşitli koordinatlarında YKY'den çıkan Haldun Dormen'in üç kitabının birleşimi olan Anılar'ını okumaktayım, okurken dalıp gitmelerdeyim, kalkıp poster yapmaktayım. Burada bir yanlış var ama bulabileceğimize inanıyorum. Yalnız bulunca çözemeyeceğimiz yeni bir sorun ile karşı karşıya kalmaktan da korkuyorum.
 - Bana pazarları sevdirebilir misin?
 - Can Yayınları kitapları idefix'te ciltli-ciltli alınmayı, okunmayı beklemekte, yakın durulası.
- Büyük ustaların yaşlandıkça ideolojilerinin hırçınlaşması...
- Farklı bir ideoloji de dizimizi aldı elimizden, üzgünüz.
- Behzat Ç.'nin finali de olmamış.
- Ölüm nedenime "üşengeçlik" yazılmasından korkuyorum. Bir gün kalbim bile üşenip, duracak. Yapılması gereken şeyler, öylece kalakalacak.
- Mevcut iktidar, alkol ile derdini çok farklı boyutlara taşıyor. Reklam ve etkinliklere sponsorlukları elinden alınmak isteniyordu alkollü kuruluşların. Gel dikiz ki sanata destek olan sadece birkaç mayalı, anasonlu kuruluş olması, onların da artık -mayacak olması yürek kakıyor.
- Edip Cansever.

11 Mayıs 2013 Cumartesi

noktasız virgül

- günün çöpçü vakitlerinde, sabah insanlar henüz uyurken gazeteleri inceliyorsunuz, yatıyorsunuz, insanlar kalkıyor sizin okuduğunuz haberleri tek tek göz ucu ile transit geçiyor, siz uyurken o ertesi günkü  gazete sırf baskıya girebilsin diye türkiye ve dünyada garip, garip olduğu kadar sıkıcı, sıkıcı olduğu kadar iç karartıcı olaylar yaşanıyor, insanlar bunlara tanık oluyor, siz ancak bu olaylara gece veya sabah kalktığınızda ayak uydurabiliyorsunuz.
  hayatı kaçırıyoruz, kalkıp yakalayacakken, pikeyi düzeltip, uyumaya devam ediyoruz.

5 Mayıs 2013 Pazar

Fransa'dan Gelen Çocuk


" Hayatta anlatmak istedikleriniz bitmez, ölünce de bitmez çünkü o zaman da anlattıklarınızı anlatan insanlar olacaktır... "

 
 " Usta'ya Güzelleme" yazmanın tam vaktidir diye açıyorum beyaz kağıdı sorumluluklar yüklü masanın boş bir tarafına...

24 Nisan 2013 Çarşamba

Çocuk


 Elinden kaçırdığı uçan balonunun ardından ağlamaya başladı esmer tenli, zeytin gözlü çocuk. Gözyaşlarını yeni giydiği gömleğinin kolu ile sildikten sonra da uçan balonunu elleriyle tutsak etmeye hakkının olmadığını düşündü,  gülümsemeye başladı Marx ve onun eküri Engels ile henüz tanışmamış, gayet Fidel Castro çocuk.

14 Nisan 2013 Pazar

Rus Sakallı



" Keşke boş duruşum aylaklığım yüzünden olsaydı. Tanrım, o zaman kendime ne büyük bir saygı duyardım!.. Hiç olmazsa tembelliğim, güvenebileceğim belirli bir özelliğim var diye kendime en büyük saygıyı beslerdim. Benim de belirli bir niteliğim, hakkımda söylenecek bir söz olacaktı. Ne demek efendim "Tembelin biri!" şaka değil, bu bir unvandır, bir mevkidir, kusursuz bir meslektir! "
 

16 Mart 2013 Cumartesi

Tiyatro Peygamberi


 Benim komediler yazdığımı duyan bir Alman profesör;
 "Akıntıya kürek çekiyorsun," demişti. "Bu memlekette çocuklar bile gülmüyor, çocukları bile gülmeyen bir milleti güldürmek, Müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibi bir şey." Aldanıyordu halbuki.
 Bu millet Nasreddin Hocasına, İncili Çavuşuna, Bekri Mustafasına, Bektaşi fıkralarına, taşlama skalası çok dar da olsa Meddahlarına, Ortaoyuncularına, Karagözcülerine, dolu gönül gülmüş. Kuyruk acılarını gülmekle boşaltmaya teşne olduğunu her vesile ile göstermiş.
 Nitekim aynı profesör, Köln'de Keşanlı Ali Destanı'nı seyreden işçilerin içten gelme kahkahalarını bir rastlantı eseri bizzat görüp yaşayınca ilk teşhisinde ne kadar yanıldığını dakikalarca süren bir özürle belirtmişti.
                                                         Haldun TANER
         
(HALDUN TANER KABARE- Bilgi Yayınevi)

14 Mart 2013 Perşembe

-Buradan yakınız Bay Sartre!


Ne güzel anılar yaşanmıştır akrep ile yelkovanın yarıştığı zamanlarda. Simone de Beauvoir ile Jean Paul Sartre Ertesto Che Guevara'yı ziyaret etmiş, Fidel Castro'nun fotoğrafçısı Alberto Korda ölümsüzleştirmiş. 

13 Mart 2013 Çarşamba

Üzerine Bol Heves Kondurdum Tiyatromun


 Bazen diyorum, bazen sadece bir parça mutluluk satın alabileceğimiz yerler açsam, yılın değil, yüzyılın girişimcisi olabilirim. Ki baktığımızda böyle yerler yüzyıllar önce açılmış, bazıları daha yakın tarihlerde. Sonra da benim girişimcilik hayallerim sığ denize düşüyor, derine de inemeyen hayal sudan bana bakıyor ve fakat çıkaramıyorum. Bir el atsam... El atmaya cesaret edebilsem... Denize bakıyorum.
 İşte böyle bir sevda ile kuruyorum kafamdaki tiyatro grubunu her gece. Biz de mutluluk satacağız insanlara. Üstelik bu mutluluk çevredekilerden çok farklı da olabilir, tamamen amatör tiyatrosu olacak, birlikte öğrenip, birlikte yanlışlarımızı düzeltmek yerine yeni yanlışlar ekleyeceğiz. Bizim farkımız bu olacak. Yanlış yapmadan nereye kuruyorum tiyatroyu ben?
 İki kalas bir heves... Bizde ki daha çok heves ağırlıklı. Kalasımız yok. Her gece bir oyun düşünüyorum. Türk tiyatrosundan önemli yazarların bildiğim eserlerini yazan-bozan ilişkisi ile yeniden yorumluyorum. Metine hiç karışmadan, kafamda şu şöyle olmalı, bunu daha da nasıl basitleştirebiliriz diye kafa yoruyorum. Düş. Hayali bile biraz zor olduğundan çok vakit alıyor, bakıyorsun gün ağarıyor, bol kitaplı çantayı takıyorum omzuma, apartmandan çıkarken her gün değişik bir hava durumu sunan sürprizsever İzmir atmosferine karışıyorum, otobüs beklemeye koyuluyorum. Sonra da fark ediyor insan; zaman. Yirmi dört saat bazen yetmiyor. Hayaller için ulu manitudan uzatma dakikaları istenebilir, o bunu nasıl karşılar şuan pek düşünemiyorum.
 Oyunlar oynanıyor kafamda, oyuncusuz. Siz de durumu idrak edebilirsiniz ki hiç oyunculu tiyatro görmedim ben. Oyunculuktan izlediğinden başka zerre anlamayan bir adamın tiyatrosunun olduğunu da. Elbette tarihte böyle boş girişimler olmuştur ve fakat biz o tarihi incelemeyi hiç istemiyoruz. Ümidimizi kıracak bir dalga istemiyoruz hiç dalgasız düşümüzde.
 Derken yeni yönetmeliğe göre amatör tiyatroların oynamak istediği oyunlar için telif ücreti ödemesi gerektiği aklıma geliyor. Hiç oyunculu, kalassız tiyatrom için hevesim kaçıyor. Bir hikaye okuyorum, keyifleniyorum. Yazasım geliyor. Sabah okul olduğunu aklıma getiriyorum, yazasım kaçıyor. Yeni yönetmeliğe takılıyor tiyatrom.
 Tiyatroyu daha fazla öğrenmeliyim düşüncesiyle okuyorum yeni yönetmelik sorununun çözümüne kadar. Konservatuarda okuyamayan biri olarak kitaplardan yardım almaya çalışıyorum. Bu konuda Bertolt Brecht, Haldun Taner, Ferhan Şensoy, Civan Canova yardımcı olmaya çalışıyor, fakat metinlerden ziyade daha teknik şeyler okumalıyım. Yazarların yanı sıra bir profesyonelden yardım almam gerek. Denizdeki düşüm hareketleniyor.
   Türk tiyatrosunun ve Yeşilçam'ın yaşayan en büyük oyuncusu Münir Özkul'un sözleri kulağımda yankılanıyor:
 "Yaşam dediğin nedir ki, biraz iniş, biraz çıkış ve koskoca bir heves."
 Denize bakmayı sürdürüyorum, iskele üzerine dizlerimin üzerine çöküyorum, düşüme iskele üzerinden uzanmayı deneyeceğim, uzun koluma rağmen zorlanıyorum. Bahar mevsiminde karpuz kabuğunu denize düşürmenin tehlikesini yaşıyorum birkaç sefer. Sonunda erişiyorum düşüme, üstelik sadece sağ kolumu ve biraz da üzerimi tuzlu suya karıştırıyorum. Tiyatro girişimimin içinde zulalandığı düşümü alıp, deniz kenarındaki balıkçının yanına gidiyorum. Oltasını uzatmasını rica ediyorum, adam sorgusuz-sualsiz veriyor elindeki uzun oltayı. Çekiyorum. Ucuna bir balık takılmış, adam görüyor, seviniyor, elimin şanslı geldiğini belirtiyor. Tamamen balığın salaklığına veriyorum durumu, şanssız bir insan olduğumu söylüyorum. Çırpınan balığı elimle tutamıyorum, taburesinden kalkıp oltaya yöneliyor, plastik bir kovanın içindeki yapay havuzda yüzen solunması güçleşen balıkların içine atıyor çıkardığı balığı. Onlara denizden haber getiriyordu balık, balıklar oralı olmadı, tek dertleri solumak, biraz daha yaşamak.
 Olta ucu boşalıyor, yeni yem takmamızın gerekliğinden söz açıyor balıkçı.
 -Gerek yok. diyerek şaşırtıyorum onu. Adam ne tür bir adama çattık diye kaşlarını çatıyor. Oltanın ucuna kenarda kurumuş düşümü elimle buruşturuyorum, top haline çeviriyorum, iğneye takıyorum. Adam dikkatli dikkatli beni izliyor. İskelenin ucuna yürüyorum tekrardan, maksat daha ileri göndermek oltayı. Biraz daha derin yerlerdeki daha büyük balıklarla buluşturmak düşümü. Sallıyorum tüm gücümle oltayı, oltanın misinasının ufak ufak hareket etmesini bekliyorum. Hareketi hissettiğimde olta hafifleşiyor, seviniyorum. Birden fazla balık olabilir düşümü çekiştiren, sonunda başarılı oluyorlar, daha derin sulara götürüyorlar düşümü, girişimcilik düşümün içindeki tiyatromu, tiyatromun içindeki kalassız hevesimi... Gün gelir, bulurum götürdüğü yerlerde ki parçamı.

8 Mart 2013 Cuma

Eli Kalemli Adam


 Elini dosyasına attı, eline kenarlarından kıvrılmış bir sayfa kağıdı aldı, kıvrılmış taraflarını tersine doğru katlayarak düzeltmeye çalıştı. Başarılı olamayınca eline bir kurşun kalem aldı, kağıdın kıvrılmamış taraflarına kalem ile soyut kıvrılmalar çizdi, diğer çizilmiş kağıtların üzerine koydu. Kıvrılmış tarafların yalnızlığını öldürdü adam. Polis, yargı, toplum karışmıyor böyle cinayetlere.
  (Fotoğraf : Ara GÜLER)

1 Mart 2013 Cuma

Bulutlu Yazı

 Şehir kalabalık ve bir o kadar da hüzünlü gözüküyordu bulutlar altında kalan Karşıyaka'ya karşı... Karşıyaka bulutlara teslim olmuş, üzerine yağmur değil de kötülük yağarcasına kapanmış, kendini korumaya çalışıyor gibi... Bir an olsun güneş yüzünü göstermeye, bulutlara karşı zafer elde etmeye çalışsa bulut kütlesi aralarında toplanıp, birleşiyor, güneşe karşı verdikleri bu savaşı geri kazanıyorlardı.
 Karşı taraftaki bulut kümelenmesi şehrin güzelliğini mahveden beton yığınlarına karşı mücadele etmek istercesine Konak-Balçova tarafına taarruz ediyordu.
 Buca taraflarının bu savaştaki akıbetini henüz bilmiyorum.
 - Buca'da hava nasıl? Bulutlar? Bulutlardan söz et bana! diye telefon açsam birine, saçmalama mınakoyim! diyebilir. Onlar yağmuru bir çatı altında veya ellerinde şemsiye varken severler. Yağmur yağsa da uyusam parlak zekalı insanlardır onlar. Ruhlarını uykuya teslim etmeden önceki sessizlikten hoşlanmayanlar.
 Hava durumuna göre Mikail'in askerleri kuzey marmarayı fethetmiş. İslami basın haberi böyle verirken; mitolojiyi körü körüne benimsemiş küçüklüğündeki Herkül çizgi filmini kaçırmayan kanal sahibi: "Zeus'un bugün üzerine varılmıyor..." anti-tezli savunma yapamıyor. Poseidon'un sinirli bir hareketle aniden yere ayağı ile vurmasıyla bir armatörün ticaret gemisinin batmasının hesabını kimseye soramadığı gibi. Yitirilen canlar onun umurunda değil, o batan gemini mallarına üzülmekte. Merkez medya olayı; "Balkanlardan gelen yağışlı hava kuzey marmara başta olmak üzere tüm yurdu esir altına alacak. Karadeniz'den hiç bahsetmiyoruz, orayı zaten sel götürüyor..."
 Yeryüzüne bir damla düştüğünde topraktan aniden çıkan, ellerindeki karton kutuda beliren şemsiyeler ile birlikte bir örtü olan elleri şemsiyesiz şemsiyeci amcalar köşe başlarında beliriyor. Tek kullanımlık şemsiyeler on lira! Kullan-at olan bu şemsiyeleri satıcısı iyi bir pazarlama taktiği ile tek kullanımlık olduğunu söylemiyor tabii ki. Oluşması için sadece bir yağmur damlası yeten eli şemsiyesiz şemsiyeli amcaları zabıtalar elleri şemsiyesiz olduğu için mi sevmezler, rahat vermezler? Bu bir çeşit kıskançlık da olabilir. Ya ve da ayrı otorite eksikliği düşüncesi, yukarılardan gelen otoriter rejim isteği. Çeşitli üniformalar ile toplum huzurunu bozan tipler haline gelenler var: Eli sadece şemsiye, torba tutacak olan insanlar da sırf bu yüzden cop tutup, öğrencilere vuruyor, elleri flamalılara özellikle.
 - Flamanın sopası var amirim! Plastik bir de... Vurmaya kalkarsa kolumuz kabarır...
 Üniforma sevdasının pezevengi koltuk sevdası olmasaydı ressam paşa darbe yapmasa idi şuan eli Dostoyevskili öğrencileri daha fazla görmez miydik? Yağmurlu günlerde kitapları ıslanmasın diye çabalayan öğrencileri...
 Bir kız giriyor kütüphane kapısından, okulun tuvaletindeki hareket sever musluklarda duş alma gibi bir deli saçması sergüzeştine sığınmadıysa eğer yağmurda ıslanmış belli. Elindeki edebiyatdışı kategorisindeki diz üstü edebiyatı diye kendine yer edinmeye çalışan sikimsonik kağıt ziyanını yan sıramdaki masaya koyuyor, masaya konulduğunda sesinden anlaşılan bol eşyalı kız çantasını sağa doğru çekiyor.
 Ben de Ressam Paşa'ya selamlarımı iletiyorum. Bir bulut okulun üzerine düşüyor, sanırım güneş açacak.

27 Şubat 2013 Çarşamba

Bensiklopedi Roma Rakamları ile Sekiz


- Öküz ve hayvan dergilerini özleyenler için "ot" çıktı. Tabii biz Öküz ve hayvan dergilerine yetişemeyenler için de "ot" çıktı. Tabii bu ne biçim dergi? diye piyasa yapmaya çalışın diye de "ot" çıktı. "Ağbi bence met-üst varsa tamamdır..."cılar için de "ot" çıktı.
    İhsan Oktay Anar'ın karakterlerinin ustalar tarafından resmedilişi daha doğrusu karikatürleştirilmesi insanın Anar okuru olmadığına pişman ediyor.
- Barış Bıçakçı... -Baharda Yine Geliriz. İletişim Yayınları'nın da otuzuncu yaş gününü kutlayalım; Beş Paralık Roman için de kendilerine teşekkürlerden bir demet!
- "Masal Müfettişi" sözlüklerde hakkında detay olur diye başlığına tıklayamadığım Şensoy eseri. Korkunun spoilere faydası yoktur! düşüncesi ile tıksal seyahat ettim; Şensoy'un son yıllardaki en iyi oyunu olduğu yazılmış.
  Masal Müfettişi'ni izlememe az bir zaman kala Ortaoyuncular'ın bana Kenterler'i çağrıştırması hoşuma gidiyor. Malumunuz tek derdi sokakta topunu yaşça büyüklere kaptıran adamlar olarak, yaşıt Şensoyları Ses-1885 tarihine katkıda bulunan banka reklamlarında görüp, hayal meyal hatırladıktan daha sonra yine Şensoy'un Sahibinden Satılık Birinci El Ortaoyunu'nda dvd teknolojisi yardımıyla izlemiştik. Şimdi de M.Ferhan Şensoy Usta ile aynı sahnede, annesi ile adaş Şensoy ise dekor-giysi bölümünde izleyici ile karşı-karşıya. İzleyeceğiz. İzleyiniz, izletiniz.
 - ot demiştim; Behiç Pek o insanın içini ısıtan çizimi ile Efrasiyab'ın Hikayeleri' kitabından Üzeyir karakterine iki boyutta hayat vermiş:
  "Benim dünyada tattığım en büyük lezzet hayat değil, insanlıktır. Her zaman olduğu gibi şimdi de yaşıyor olmanın zevkini çıkarıyorum."
 - Yaşıyor olmanın zevkini çıkarıyor olanlardan olabilseydim alıntı ile çelişmezdim.
 - Nasri Hoca vaazda bulunuyor Tivıtıraleyhisselam'da:
  Nasri Tayyip'in Nasri Hoca'yla ayni gün doğması manitu'nun bir dengesi. Ona önlem olarak benim de doğmamı uygun görmüş manitu!
 
 - Gogol.
  - "Bi Oyun Varmış" adlı oyun ile Gökhan Semiz ve Uğur Uludağ'ın birlikte kurdukları ESEK 1 Mart'ta Konak AKEME'de.
 - Uğur Uludağ oyunculuğunu sevdiğim, kalemini hep merak ettiğim, aktif tiyatro izleyicisi olduğum dönemden beri hiç bir türlü oyununu izleyemediğim tiyatrosunun yazarı.
 - Yaptıkları ile göz önünde olan özellikle de yazarlar ve tiyatrocular karşısında tutulup kaldığımdan dolayı Uğur Uludağ ile bir sohbet etme şansını da tepmiştim Ses-1885'te geçtiğimiz sezon Nasri Hoca ve Muhalif Eşeği adlı oyununun bitiminde kendisi ile Şensoy'u yan-yana beklerken. Sadece
       -Merhaba Ağbi! renksiz Türkçe selamlaşma terimini kullabildim,
            -Merhaba kardeşim! diye selamıma karşılık verdi, güldü.

14 Şubat 2013 Perşembe

Kanto'dan Alıntı Bir de Duyuru


Ben nerde bir çift göz gördümse
Tuttum onu güzelce sana tamamladım
Sen binlerce yaşayasın diye yaptım bunu
      Bir bunun için yaptım...
                                 Cemal Süreya

 * Tiyatro Gerçek
tarafından sahnelenen ÜSTÜ KALSIN gösterisi için son üç oyun; yolu bu bloga düşen İstanbullu tiyatro-izleyicisine duyurulur. Etkinlik biletleri yer-zaman çizelgesi için: http://www.biletix.com/etkinlik-grup/11520332/IZMIR/tr
* Şefin önerisi tadında oldu, güzel de oldu.

8 Şubat 2013 Cuma

isimsiz



yürürdük biz bu yolu yokuş da olsa
ancak sizin gücünüz yoktu
bizde haddinden fazla
bir yağmur indi bahçeye karanfil sandım
ıslanıp boy atan görsel gülleri
yumurtasının derdine düşmüş anaç güvercin
ıslak kanatlarıyla geldi sizi söyledi
gözlerinizi getirip astılar duvara
hem yokluğunuz yaşama gücümüzdür
güvercin hüznüm sizin olmamanız ve özüm
bu eve zor sığıyoruz zaten
şişeler balkona çıktılar
bir de utanmadan hem de sık sık
yalnızlıktan dem vururum
oturup kalkıp
                       Gündeste'den

5 Şubat 2013 Salı

Masal Müfettişi

 
2 x (Ferhan Şensoy), Serap Günaydın, Ali Çatalbaş, Elif Durdu, Pınar Alsan, Orkun Akyıldız'ın sahne performansları ile 22 Şubat'ta prömiyeri yapılacak bu oyun için İzmir'den yola çıkılacaktır. Oyun bileti ve ulaşım ücretleri, konaklama tamamen tarafların kendisine ait olup, birlikte bir organizasyonun içinde gidilmeyecektir. Kalacak yer ayarlayamayanlar için özel olarak düşünülmemiş SES-1885'in giriş kapısında sızılması Halep Pasajı için pek uygun olmayacağından tamamen kendin bul kendin konakla sistem ile hareket edilmesi itina ile beklenmektedir. Oyunu izledikten sonra beğenilmez ise ki öyle bir ihtimaliniz yok, bilet iadesi tamamen kendim tarafından bol kalaylı olarak yapılacaktır.
 Bir aksilik olur da prömiyer'de izleyemez isem Mart'ta kesinlikle izlenecektir, ORTAOYUNCULAR SES-1885'in o tarihi atmosferinde bu oyun adeta yaşanacaktır...
 Ulu manitu'nun en yakın arkadaşlarından birinin de buyurduğu gibi ; İstanbul'a tiyatro için giden insan, ne güzel insan...
   Oyun Bülteni;
 "
Ferhan Şensoy'un Masal Müfettiş'i, ileri demokratik bir güldürü. Artık masalların da denetlenmesi, teftiş edilmesi zamanı geldi! Sonu pek de güzel bitmeyen bir masallar dünyasında dolaşıyor müfettişimiz. Böyle korkunç masallarla kimse eremez muradına, biz çıkalım klozetine! İyi uykular Türkiye!" www.ortaoyuncular.com 'dan alıntıdır.

8 Ocak 2013 Salı

Boşgezen ve Kalfası'ndan

 - Kimi zaman, yahu inceldiği yerden kopsun, diyorum. Fakat bakıyorsun, incelen yer, kopmama, kopmamakla kalmayıp, lastik gibi sünme özelliği gösteriyor.
                                                               ( FerhAntoloji - bilgi )