19 Kasım 2016 Cumartesi

Gel Bize Gidelim; Brech'ten, Erkal'dan, Daltaban'dan, Tiyatrodan Konuşalım


(Bu yazı 19 Kasım 2016'da  Pasör Çaprazı'nda yayımlanmış, blog için genişletilmiştir.)
   Pasör Çaprazı, okumalık radyo istasyonu olarak çalışsa da bazı zamanlar bizim için önemli haberleri, söyleşileri paylaşıyoruz.

Cumartesi gününü evde geçirmek isteyenlere, keyifli bir söyleşi bırakıyoruz. Söyleşinin altına da uzunca bir not.
   Bizim dostlarımızla oluşturduğumuz bir haberleşme kanalı var. Bu kanalın ismine de "İzlenmelikler" koyduk. Buraya zaman zaman çeşitli içerikleri sürüyoruz, fırsatını bulan izliyor, o an uygun olmayan vakti oluna; o reklam filmini, filmi izliyor. Üzerine konuşabilirsek konuşuyoruz, konuşamasak da ileri bir tarihe erteliyoruz, ertelemelerimiz ayyuka çıktığı vakit hangisini, ne ara konuşacağımızı bilemez oluyoruz, konudan konuya zıplıyoruz, konular arasına bol bol kahkaha serpiştiriyoruz, bu hep böyle sürüp gidiyor.
   Günün anasonlu veya arpalı vakitlerinde ise aslında var olan; gözümüzden kaçan şarkıları keşfettiğimiz vakit oraya sürüyoruz, bu şarkılar günün herhangi bir zamanında bir şekilde hayatımıza giriyor. Bu "İzlenmelikler" bir paylaşım ağından ziyade bir yardımlaşma ağı olarak hizmet verdiğine inanıyoruz. Yardımlaşma şöyle; üçlü arkadaş topluluğu olarak diğerleri gibi bir takım ortak özelliklere sahibimiz; kariyer planlaması da önem sırasında en başı oynuyor. Bu yüzden sürekli izliyoruz, izlemeye çalışıyoruz. İzlediklerimizden ders çıkarmaya çalışıyoruz; birbirimize 'göz' aşılamaya çalışıyoruz.
Bu yardımlaşmayı bu sefer burada gerçekleştirelim istedik. Okulumuzun uygulama ajansı haricinde bir işimiz olmadığından; keşfedecek çok zamanımız oluyor, internetin belki de en önemli özelliği, size uygun olan içeriği zahmetsiz önüne getirişi. Söyleşi programları bizim ilgimizi oldukça çekmekte. Herhangi bir konu hakkında o konunun ustasının konuşmalarını dinlemek bizi kendimizi geliştirmek istediğimiz alanda bir kamçılama etkisi yaratıyor. Bu yüzden biyografik veya otobiyografik eserler kütüphanemizde yer alır. Bugün alanında önemli insanların kulağını çınlatacağız.
   Murat Daltaban'ı birçoğumuz değil; neredeyse hepimiz oynadığı televizyon dizilerinden biliyoruz. Tiyatro ile kendi imkanımız dahilinde haşır neşir olduğumuzdan; kendisinin DOT kurucusu olduğunu biliyorduk. Ve DOT Türkiye'de yerleşmiş belli başlı tiyatro gruplarından sıyrılarak, alternatif tiyatro akımının en önemli temsilcilerinden olmayı başarmış bir tiyatro grubu. DOT, tiyatronun fiziksel ve görsel gücüne fazlasıyla inanmış bir grup olarak; oyunlarının afişlerine de gereken önemi fazlasıyla veriyor. Çalışmalarını bir aşka bakar gibi takip ettiğimiz bir Grafik Sanatçısı Haluk Tuncay'ın Sarı Ay isimli oyuna bir afiş hazırlamıştı, hala aklımızdadır. Sırf bu afişin etkisiyle o oyunu çok izlemek istemiştim, olmadı.
   Geçtiğimiz dönem, Çok Sayın Örnek Alınanlar Listesinde Başlarda Yer Alan Hocam'ın konuğu İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Kültür Yönetimi programında akademisyen olarak çalışan bir hocaydı. Sunumunun bir bölümünde, sanat yatırımlarından bahsetti. İlave olarak kalkıp uzunca bir süre konuşmuş, yine insanları bezme noktasına getirmiştik. Böyle alternatif sahnelerin ayakta kalabilmesi için; oyuncuların illaki televizyon yapımlarında boy göstermek zorunda olduğundan bahsettik. Çünkü, bir tiyatro kumpanyası oynadığı geceler, tek bir koltuk boş kalmayacak şekilde, içeriyi tıklım tıklım doldursa bile o tiyatro mali bir zorluğu yaşayacaktır diye de ekledik. Bu durum beraberinde getirdiği; televizyon, tiyatroyu olumsuz mu etkiliyor tartışmalarına yol açıyor. Bu düşünceyi biraz daha ileriye götüren tiyatro eleştirmenleri, bu durum tiyatroları maddi anlamda rahatlasa da içinin boşaltılmasını sağlıyor. İnsanlar tiyatroya televizyonda izledikleri oyuncuları görmek için geliyor deniyor.
Daltaban, yeniliğe çok açık olduğu için midir bilmiyoruz; medyascope.tv'de yayın yapmaya başlamış. Biz yeni rastladık bu güzel içeriğe. Medyascope'un en önemli silahı sloganlarında belirttikleri gibi "çünkü özgür" olması. En azından şimdilik o platform özgür. Bu içerikte bir yayını kanallarda yapsa Daltaban izlenmezdi. Ha şimdi de Periscope'ta yayın yapılırken izlenme sayısı nasıl bilmiyoruz, fakat şunu biliyoruz ki reytingler bahane gösterilerek kaldırılacak bir program değil.
Şeyler ve Şeytanlar ismini verdiği programa Türkiye Tiyatrosu'nun yaşayan en büyük ustalarından Genco Erkal konuk olmuş, Art arda anıları sıraladı, gündemden konuştu. Program her yönüyle mükemmeldi, bir on iki saat daha sürse, on iki saat izlerdik.
   Genco Erkal ile tanışmamız bir hayli geç. Sivas '93 oyunu ile ilk defa izledik Erkal'ı. İlerleyen yaşına rağmen; yaka mikrofonu kullanmıyor, sahne sanatları bölümünden yeni mezun olmuş bir genç gibi istekli bir oyun ortaya koyuyordu. Bir talihsizlik sonucu düştü sahnede, yanlış hatırlamıyorsam biraz da kaşı açılmıştı. Fakat hiç bozuntuya vermeden devam etti oyununa Genco Erkal.
Hazırlığının direktörlüğünü Uğurcan Ataoğlu'nun yaptığı afişi, Sabancı Kültür Merkezi'nin girişinden söküp çantamıza katma gibi bir hedefimiz varken; biri bizden önce davranmıştı. Öyle etkileyici bir oyundu, her yönüyle. Daha sonra çok uzun süre izleme fırsatı yakalayamadık Erkal'ı Ben Bertolt Brecht'e kadar. Bertolt Brecht ile tanışmamızı sağlayan isim bir diğer Türkiye Tiyatrosu büyüğü Ferhan Şensoy'du. Üniversitenin hazırlık senesinde, İngilizce'den çok Türkçe ile zamanımı geçiriyordum. Sıkıntılı bir süreçte, sevmediğin okulda, kitaplara sarılmıştım. Hayatımda en çok kitap okuduğum dönemdir hazırlık senesi. Brecht'in iletişim'den çıkan Beş Paralık Roman'ını okumuştum. Romanın yazıldığı dönem ile şimdiki arasında hiçbir fark yok, sadece zaman-mekan ve kişiler farklıydı. Brecht, kitapta, yozlaşmışlığı, yoksulluğu ve toplumu şiddete sevk eden her öğeyi sorguluyordu. Geleceği görebilen bir adam olduğunu anlıyordunuz Brecht'in. Eniştemin kütüphanesinden arakladığım; Halkın Ekmeği de Brecht'in o epik anlatmını, devrimci ruhunu nasıl dizeleştirdiğini gösteriyordu. Epik tiyatroyu ve Brecht'in sık sık başvurduğu kabare tiyatrosunu öğrenmek için; okulun kütüphanesinden bir kitap almıştım, birinci sınıftı, zor zamanlardı. Zor zamanlardı çünkü; temel tasarım ile sıkıntılarım vardı, soyut düşünemiyordum, hocaların verdiği İngiliztanca dersleri anlamakta güçlük çekiyordum. Çok Sayın Örnek Alınanlar Listesinde Başlarda Yer Alan Hocam ile zaman zaman tiyatro konuşuyor, o da benim Sayın Mor Hoca ile görüşmemi söylüyordu. Sanki 12 Eylül sürecindeymişçesine; sürekli yasaklı kitaplar bulunduruyormuşum gibi kitaplarımı hep çantamda saklarım. Birincisi kitaba bir zarar gelmesini asla istemem, ikincisi ise okumayı insanlar hava atılacak bir fiilmiş gibi görmeye başlamıştı. Üniversiteydi, ve birilerinin sanatı kullanarak hatun düşürme derdi vardı, çünkü çük sanattan daha önemliydi orada. Arkadaşım Epik Tiyatro kitabını görünce, incelemiş, masanın üzerine koymuştu, ben de kapıdan içeri girdim, çok sevdiğim morlu kadın kitabı incelemeye başlamış, uzaktan gördüm, masama geçerken herkese bakarak:
   "Kim okuyor bunu?" diye sordu. Sürekli projelerimi parçaladığından kendisinden de çekinerek "Ben..." diyebilmiştim sadece. Candan bir ses tonu ile "Aferin!" dedi, bir daha da birinci sınıfın sonuna kadar bir aferin duymamıştım zaten o derste. O kitabı okudum, Brecht'in günlüklerini okudum; Brecht'i biraz daha anladım sanarak İstanbul'a Şensoy'un Brechtiyen bir tutumla yazdığı Nasri Hoca ve Muhalif Eşeği'ni izlemeye yola koyuldum. Beğenmemiştik. Ortaoyuncular'In DVD'lerinden izlediğimiz Brecht uyarlaması "Üç Kurşunluk Opera" daki mükemmelliğin onda biri yoktu oyunda. Bir Ferhan Şensoy hayranı olarak; bu duruma çok takılmadık, her oyunun tam olgunlaşacağını düşünmek zaten çok saçmaydı. Uzunca bir süre bir daha Brecht etkisinde bir oyun izlemedik; Genco Erkal'ın Ben Bertolt Brecht'ine kadar. Genco Erkal'ın Tülay Günal ile birlikte uyumu göz dolduruyordu. Oyun şarkıları bir kabarede tiyatrosunda olabilecek kadar sade ve etkileyiciydi.
   Asıl vurucu oyun; Bir Delinin Hatıra Defteri idi. Ankara Devlet Tiyatrosu'nda yok satan performansı ile Erdal Beşikçioğlu çok fazla övgü alıyor, izleyen herkes büyüleniyordu. Bizim hayatımızda Ankara'dan çok, Ankara'da yaşayanlar olduğundan o oyunu izleyememiştik. Erdal Beşikçioğlu sanıyorum bir söyleşisinde Genco Erkal'dan oyunu izlediğini belirtmişti, biz de hep merak ediyorduk Usta bu oyunu nasıl oynuyordu diye. Usta bir gün tivit attı, oyunun ilk sergilenmesi üzerinden elli yıl geçmiş, bunun şerefine tekrar Poprişçin olacaktı Genco Erkal. Bu habere oldukça heyecanlandık, yerimizde duramadık. Bir kez daha okuduk Bir Delinin Hatıra Defteri'ni.
Dostlar Tiyatrosu, İzmir'e turneye çıkacak haberini okur okumaz yazıldık biletlere! Muhteşem bir performans izlemiştik, yaşı ilk izlediğimizden beri altı-yedi yıl geçmesine rağmen daha da gençleşmişti. Bütün seyirci, Usta'yı o gün on dakika ayakta alkışladı. Bir seyirciyi bile duygulandıran bu alkış töreninde Genco Erkal'ın ne hissettiğini az da olsa tahmin edebilir her tiyatro sever.
Genco Erkal bu programın başında aslında bizlere sanatçılığı özetledi: "İyi olmak zorundayız, herkes bizden iyi olmamızı bekliyor ki onlara biraz umut verelim..."
   Cumartesi gününüzden ve bu programdan daha fazla çalmak istemiyoruz, programın devamını da sizlere bırakıyoruz. Genco Erkal'ı bilmek gerekiyor, halen hayattayken izlemek şart! Kendisinin bir otobiyografisini okumak çok etkileyici olabilirdi, kendi söyleşisinden anladığımız şu ki; tiyatro öyle sert bir patron, bir türlü izin alamadığın. Bir türlü izin alıp, kendi hayatını üçüncü sınıf hamur kağıtlara basmaya zamanın olmuyor. Ferhan Usta da bunu şöyle belirtmişti yayımlanmamış gecedestede:
işim arasına sıkışan yaşam
tiyatro bir deli attır
at üstündeyim
hep yarıştayım
bir gün attan düşersin
the end
bu böyle bir maratondur
çok molalar veremezsin
   -Ulan Güney, yine malumatfuruşluk yapıyorsun!
Söyleşi İçin:
Şeyler&Şeytanlar: Efsanevi Bay Erkal! Konuk: Genco Erkal

Fotoğraf: Muhsin Akgün

24 Ekim 2016 Pazartesi

Bensiklopedi Roma Rakamları ile On Üç


- Merhabalar Sayın Okuyucu!
  Bu blogu özlediniz mi bilmiyorum. Lakin özlemediğinizi düşünüyorum. Çünkü burayı boşladığımızdan beri ne bizim kapımızda "Lütfen yaz!" diye yattınız, ne de yüksek bir binanın tepesine çıkıp; "O blog yazarı buraya gelecek!" türevinden eylemlerde bulunmadınız. Neyse biz de beklemiyorduk zaten. Ama en azından yorumlar kısmına not düşüp, "Be ağzına sıçtığımın üşengeci, iki satır yazıyorsun zaten, onları da yaz-yayınla!" demediniz. Fakat biz burada olmadığımız süre zarfına bir adet hikaye dizisi, -dizi dediğime bakmayın, finali erken olan dizilerden, maksimum üç bölüm, dördüncü bölümünün taslağı bile yok.- bir adet okumalık radyo istasyonu projesi, bir adet mezuniyet, bir adet darbe kalkışması, bir adet Ömer ve Ali Ağbi, bir adet işsizlik, bir adet kuruyemişçi dükkanı, birkaç yüz şişe de alkol sığdırdık. Size bunlardan birkaçını zamanla sunacağım.
 - Tarihler 17 Haziran'ı gösterdiğinde Bensiklopediler'de sıkça yer verdiğimiz okulumuzu bitirdik. Bir adet siyasi iletişim kampanyası ile mezun olup; hayalimizin en doruklarında İstanbul'a yerleşme fikrini cebimize iliştirip yolunu tuttuk şehrin. Buradan bir macera çıkmayacak. Konuyu değiştiriyorum. İşsizliğin macerası olmaz, işsizlik olsa olsa dramdır. Yazın bunu; ileride bir otuz yaş altı yaratıcı listelerine girebilirsem benimle sektörel bir söyleşi yaparlarsa bu cümleden gireceğim.
  - Bir gün dükkanın önünde oturmuş, mekaniksel bir harekete bağladığımız çiğdem çıtlatma işlemini  Cern'de hiç bulunmamış, fakat fizik hakkında çok ileri gelen bir zat-ı muhterem ile gerçekleştiriyor, aynı zamanda da kadın fiziği hakkında hoşbeş ediyorduk. Bir başka ağbi giriyor içeri, viski çeşitlerinin fiyatlarını soruyor, gözüne kestirdiği Daniels'ların Jack'ini istiyor, bunun aynısını ben evde yaptım diyor, çıkıyor, bisikletine biniyor ve gidiyor. İşte o ara beklediğim aydınlanmayı yaşayacağımı zannediyordum ki bir bok yaşamıyorum, çiğdemi alıp yemeye devam ediyorum. Her günüm bu ve bunun biraz daha değişiği adamlarla muhabbette geçtiğinden; zamanla bu boş muhabbet üzerimde kalıcı hasarlara yol açacak diye korkuyor, fındıklara Bernbach, antep fıstıklarına Ogilvy, bademlere Burnett, çekirdeklere de Acıman isimlerini takıyorum. Gelen olaylardan habersiz müşterilere:
  "Ağbi Kristal Elma'dır, Kırmızı'dır bunlar biraz işin şov tarafı, ha bir kıstas olacaksa; yapılan işin ne kadar yaratıcı olduğunu, iletişimi hangi yolla nasıl başarılı sağlanmışın belirlenmesi için Cannes'a başvurulabilir." diyorum, insanlar gözlerini fal taşı gibi açıyor. Sanırım tanıdıkları Reklamcılar Derneği'nde.
 - Bir macera çıkmayacak demiştik ya, macera çıkarmaya çalışayım istiyorum: Mezuniyet projemin bir parçası olarak bu projeyi aslında bir viral gibi sağda-solda yaymaya çalıştım. İnsanlar benim projemi bitirmem bitmeden benim projemin yani kampanyasını hazırladığım partinin varlığını daha fazla hissettiler. İnsanlar, basma kalıplarla oy veriyor ya da ataerkil bir sistemden gelindiği için evin büyüğü kime oyunu atıyorsa ona atıyordu. Bunu da aklımızın baş köşesine yazarak, bir partinin dilini değiştirmeye çalıştım, bana kalırsa dil açısından bir eksiğimiz yoktu, istediğimizi gerçekleştirmiştik. Hatta ve hatta çok kısa bir sürede tamamladığımız projemizi dostlarımızla konuşurken "Çok saçma bir şekilde güzel oldu lan bu iş!" söylemine yarım saat kahkaha atmışlığımız var. Notlamayı sallayıp; insanlardan aldığımız tepkileri görünce pılımızı pırtımızı toplayıp Başkent'in yolunu tutmaya karar verdik, darbe kalkışması oldu. Bizim bir dönem üzerinde kafa patlattığımız, bu yüzden karamsarlığa düşüp belirli bir süre işi bıraktığımı, sonra sol kulvardan koşarak bitişe vardığımız proje rafa kalktı. Bu şanssızlıktan ziyade; Kutuplar ve bedevi ilişkisinden ibarettir.
  - Bir yaşını doldurmasına ramak kala oğlum, Pasör Çaprazı'ndan bahsetmek istiyorum. Oğlum, benim yıllığım. Anı defterim. Halet-i Ruhiyem. Geçtiğimiz yıl tam bu zamanlar oldukça canım sıkılıyor, birkaç sağlık probleminin kafaya verdiği takıntı hissi vücudu olumsuz yönde etkilemiş, üzerine bir de ölüm görünce; kafayı dik tutmak için bir şeyler yapmak istiyordum. İki arkadaşım ile birlikte okulda bir şeyler yapalım istiyorduk iki senedir. Biz bir şeyler yapmadan; bir şeylere isim vermeyi çok iyi biliyorduk ve iyi içiyorduk. Birçok isim çıktı, fiilsiz başı boş gezdi, gezdi, sonra bizlere söverek gitti. Son seneydi, bir şeyler bırakmalıydı. Blog yazıları uzun olduğu gerekçesi ile okunmuyor, -Elbette bunda bizim kalemimizin yetersiz oluşu olabilir.-, sağda solda boş boş gezen mag kültürü giderek popülerleşmekteydi. İçi boş insanlar bu tip oluşumlarla aslında doğasında kültür-moda yatan hipsterlıkla uzaktan yakından alakası olmadan sadece işin tarzını seviyorlardı. Bir şey yapmalıydı. Bir radyo programı bırakalım lan bu okula dedim, Oğulcan biraz önüne baktıktan sonra Pasör Çaprazı olsun lan dedi adı! Her şey tamamdı, ortamlarda edebiyat-sanat-çizgi roman-sinema konuşmayı sevmeyen insanlar burada her şeyi doğal halinde; hatun düşürme kaygısız gerçekleştirecekti.
  İkinci yuvam haline gelen fakültenin kapısını çaldım, fikrimizi anlattım, sıra olunduğunu, şuan radyonun yayın yapmadığını yayınların podcaste döndüğünü öğrendim, başım aşağıda fakülteye gittim. İlk jüriden çaktım. İnternet üzerinden yapalım dedik, yine bir bok yapmadık. İşi madem yazıyoruz, okumalık radyo istasyonuna çevirelim dedik. Aslında biraz da mecburiyetten bunu yapmak durumunda kaldık, ha ben halen iyi yaptığımızı düşünüyorum. Oğlumu tek başıma büyütmeye çalıştım, artık büyüdü, yeni insanlarla tanıştırmak istiyorum onu. Bu yüzden müzik zevkine güvendiğim iki arkadaşım ile konuştum, biri ile daha konuşmadım. Big L's Tasarım Kolektifi hizmetini tamamladıysa da tek L olarak konuyu Whatsapp'a yatırdık, güzel şeyler çıkacak gibi. Çıkmasa da havaya uçan herhangi bir projemizden farkı olmayacak, Pasör de zamanla görmekten usandığınız, destek vermediğiniz Facebook zaman tünelinizden uçup gidecek.
   - İş arama sürecine geri dönüyoruz, bu kadar ciddiyet yeter, iş arama işi aslında daha ciddi olsa da hiç öyle şeyler yaşanmıyor bu alanda. Bazen düşünüyorum da Papua Yeni Gine'ye bile öz geçmişim ulaşmıştır. Bir gün oradan bir reklam ajansı beni arayacak, bizimle çalışır mısınız? diyecek diye ödüm kopuyor. Hayır, çalışmayacağımdan değil. Telefonda teklifi anlayamayacağım diye korkuyorum, yoksa gözümüz kara. Gideriz.
  - Bu aralar en büyük hobim; eski filmleri arkaya koyup, görüntüsü ile ilgilenmeden sadece konuşmaları dinleyip, bir şeyler yazmaya çalışmak ya da bir şeyler okumak. Yalnız dikkat ettiyseniz çalışmak diyorum, çünkü ikinci dakikadan itibaren filmi izlemeye başlıyorum. "Bak pelerinle oturdun rahat edemedin..."
  - AROG'u en az on beş defa izlemişimdir ki yirmi de olabilir, halen her izleyişimde kahkaha attığım sahneler var. Bunu da neden belirttim bilmiyorum.
  - ATV'de Gözüm Sende diye bir program başlamış. İki haftadır izliyorum. Çok garip. Cast olduğu bu kadar belli olan bir program daha izlememişimdir. Ha belki Stv'de yer alan bir mahkeme programı vardı. Belki o. Lan onu da hiç izlemedim ama hakim amcanın kızım deyişinde yüzünün aldığı şekil aklımda.
 - Aydın Yenipazar'ın pidesi, ünlü falan değil arkadaşlar. İnanmayın. Bunu her platformda dile getirmeye çalışıyorum ki siz de kandırılmayın. Show TV'nin Whatsapp ihbar hattına insanları kandırıyorlar diye bir haber videosu atmayı bile düşünüyorum. Pide ve Fırıncılar Odası Başkanı'nı göreve çağırıyorum.
  - Yalnız yerde, yalnız zaman... Bir kaybeden aforizması olarak bunu; kullanmak isteyen bir kaybeden yazara uygun ücrete satabilirim bu cümlemi. Bence en az üç yüz bin sattırır.
  - Ben limonatanın içine azıcık votka koyuyorum, çok mu?
  - Bir gözü var, yaz gökleri gibi. Masmavi. Deniz gibi. Deniz dedim de aklıma Helenizm geldi! Yaşasın Büyük İskender ve Helenizm politikası. Tarihteki Helen de o kadar güzel miydi ki lan acaba? Neyse biz hedef kitlemizi doğru belirleyelim.
  - Ben kaçıyorum, oğlum Pasör Çaprazı'nın sizlere çok selamı var, desteğinizi bekliyorum. Desteklemeseniz; desteklemeyen insanları tek tek deşifre edeceğim, alfabe sırası ile. Liste elimizde. O kadar reklam yapıyoruz be olum!
  - Hoşça.

24 Mayıs 2016 Salı

Ezginin Manifestosu

"kalemini yalnızlığının mürekkebine batır
de ki
hayat
nasıl çalardı seni benden
ve ben
nasıl geri alırdım seni
dizelerimde

bir sırma telin 
duyulur
duyulmaz 
titreşiminde

bozbulanık bir yağmur sonrasının ezik büzük
parkelerinde biriktirdiği suları, yorgun
mazgallarından iki gözü iki çeşme akıtan
bir eski zaman sokağında, ürkek ve efsunlu
adımlarıyla seyirten bir kadının çaresizliğini,

bilgi, uçsuz bucaksız denizlere karışan
ırmaklar gibi, sözcüklerin, deneyimlerin
yatağında kıvrılarak eleverirken yaşamı,
doyumsuz bir hazzın içten içe depreşmesini,

sevgilinin-serin, ocağında bir hasret çayını
usuldan usula demlendiği ve derin bir çilenin
sindiği duvarlarında akşamların, suskunlukların,
yalın söyleşilerin, görmüş geçirmiş gülüşlerin
fısıldaştığı- gönlüne bir türkmen davetine 
girer gibi girmeyi

ve nice acılardan damıtılmış bir 'hoşgeldin'
ile sınırlanan o anda, o, iki gözbebeği 
arasında çakan ve yaşamın yüce anlamını
aydınlatan şimşek anında, bir kan damlacığının 
doludizgin bir yüreğe doğru koşturmasını ve ona
eriştiğinde -bir an, bir ömür, bir çağ boyu süren
kışların
bitivermesi gibi- yüreğin buzullarının çözülmesi

bir kula atın, dörtnala koşup da, erimsiz bir
tanyerinin kıyısına eriştiğinde, durup, o 
sonsuzluktan saçılan binbir ışıkla soluklanmasını,

ve uzakta ufuk çizgisinde söken şafağın

bir sırma telin 
duyulur
duyulmaz 
titreşiminde

kıvranan yüreklerin
olanca görkemiyle
atmasından

başka bir şey olmadığını

düştük günlüğümüze"

Hakan Yılmaz
(Ezginin Günlüğü'nün 1983'te düzenlediği ilk konseri için hazırlanan broşürde yer alan manifesto.)

29 Ocak 2016 Cuma

Bensiklopedi Roma Rakamları İle On İki


- Şiirlerin her kelimesi birer öykü gibi, Öykülerdeki her kelime ise hayat. İyi bir şair aynı zamanda iyi bir öykü anlatıcısıdır, her öykücü şiir yazamaz. Şiirler yaşanmalıdır, öykücüler kurgu hayatlarında gerçekliği fark edemez.
 - Spotify'ın bir tanıtımında onunla konuşamıyorsan, bir şarkı armağan et diyor. Bizler Big L's Tasarım Kolektifi olarak bir süredir Pasör Çaprazı adı altında şarkılar paylaşıyoruz, gelen-giden yok. Aslında olay tam olarak şöyle gelişti:
Kasım ayının griye çalan atmosferinde zor zamanlar yaşayınca kafayı başka bir şey ile oyalamanın gerekliliğini düşündüm. Lise yıllarımda geceleri oturup sabaha kadar bazı programcıların gündüz kayıtlarını dinler okula gider günlük boş muhabbet ihtiyacımı karşılayıp, sıraya kafayı vurur yatardım. Radyoculuk aklımın en diplerinde kalmıştı  anlayacağınız. Bir radyo programı yapalım istedim, istediğim hiçbir şeyi gerçekleştiremediğim için bunu üniversitede de henüz yapamadım. Yani en azından şimdilik. Fakat güzel kitapları güzel insanlara önerdiğim gibi, güzel müzikleri de güzel insanlara armağan ediyoruz gün aşırı. Elbette Spotify'ın önerisinin altında, sayfa açtık sayfa!
Sosyal medyada paylaştığın her şey sadece tek bir kişi içindir. O tek kişiden olumlu-olumsuz bir geri dönüş almışsan geri kalan kimsenin yorumu, takdiri sizin umurunuzda olmaz. Bir öykü yazarsın, okumuş mudur bilemezsin, umut edersin sadece. Belki biraz da heves. Sadece o kadar.
 - Şarkı yazarları modern şairlerdir.
 - Mahir Ünsal Eriş'in Dünya Bu Kadar'ını henüz okuyamamanın sıkıntısını yaşıyorken Barış Bıçakçı'nın yeni kitabını da henüz edinemedim. Fakat Barış Bıçakçı'nın Seyrek Yağmur'u yine her konuda fikri olan insanımızı bu sefer de tasarımcı meslek erbablığına yükseltti. Büyük bir başarı İletişim Yayınları'nın yaptığı. Barış Bıçakçı kitapları kadar sade bir kapakla çıkmak herkesi tasarımcı yaptı. Evet, kahverengi biraz düşündürücü, ama olsun.
 - THY için kurumsal kimliğini yenileyen MullenLowe'ün İstanbul ofisi tarafından yeni bir reklam hazırlandı."Şimdi memleketin her yeri ne güzeldir." ana fikri tarafıından şekillenen reklam sosyal medya üzerinden şimdinegüzeldir etiketi ile büyüdü. Depo Film tarafından çekilen film fikri uçaksız, uçurmuş! Ellerine sağlık herkesin, fakat işte zamanlama biraz insanı tedirginliğe sürüklüyor.
 - Bizans'taki stajı bitirip, gazi şeklinde geri dönmüştüm. Arkadaşlar ile birlikte gece dışarı çıkalım planları yapmaya gerek kalmıyor, mekanımız belli. Polislerin bile zaman zaman anlam veremediği -alkol de almıyorsunuz, ne işiniz var burada?- bakışları altında Buca pazaryerinde oturup boş muhabbet yapıyoruz. Bir ortamda, bahsedilen herhangi bir konuda senden daha iyileri varsa, susup dinlemek erdemdir. Biz de Mustafa Biraderler'i dinliyoruz, kahkahalar ile sallanıyor gri kaldırımlar, karşıdaki apartmanlara gürültü, bizce neşe aşısı. Bir adam çıkıp geliyor hayatımıza, hiç unutamadığımız. Kendisinin bir birası olduğunu bizim yanımızda içip içemeyeceğini nazikçe soruyor, bu nazikliğini alkole bağlıyoruz. Kendisini tanıtıyor. Tupiş Ağbi'yi orada bırakıp gidemiyoruz, halen bizimle Tupiş Ağbi. En ufak muhabbetimizde kendisini kendi repliği ile anıyoruz.
"Mıstafa, Tupiş ağbine iki bira ısmarla, bak ne muhabbetler anlatıcam size..."
Bize koca gece hayat dersi verdi Tupiş Ağbi. Almanya'nın ve ABD'nin Türkiye üzerinde oynadığı oyunlardan tutun da göğün katmanlarına kadar kendi sarhoş aklınca anlattı. Memleketin sarhoşunun bile politika yapabilmesi aslında ne kadar da gelişmiş olduğumuzu mu gösteriyor yoksa gelişemediğimizi mi onu henüz çözemedim.
 - Ezginin Günlüğü'nün en iyi öyküsü Sabah Türküsü. Bu efsane grup ayrı bir deneme konusu. Hakan Yılmaz'ın Sen Yoktun albümü de yazacağım, yazacağım, yazacağım...
 - Biranın bir ırmak gibi aktığı günler hatırımdayken bu piyasada güzel bir isim bırakmak insanı onurlandırıyor. "Benim yeğenim de böyle içiyordu, bir oturuşta on beş tane yuvarlıyordu, şimdi bir yudum içemiyor." İçişim destanlara konu olsun, mite dönüşeyim istiyorum. Halledin bunları.
 - Edebiyat, güzel gülüşlü kadınlar olduğu sürece devam edecek, ve bu edebiyat ne yazık ki hep kaybeden edebiyatına dönüşecek.
- Tupiş Ağbim olsa da iki bira ısmarlasam ona, bana ne muhabbetler anlatsa...
 - Hoşça.

6 Ocak 2016 Çarşamba

Asansör


Yazıyorum, siliyorum. siliyorum tekrar yazıyorum. kağıt bomboş bakıyor suratıma, kağıt da ne bok yiyorsun diyor, bilmiyorum diyerek savuşturuıyorum onu.
Asansörler, bir çıkıp, bir iniyor. Türlü insanlar içlerinde. Düğmelere basma derdinde, Hedefine ulaşabildiğin en somut kavram asansörler. Makina, insan işi. Fakat insanlar gibi reddetme lüksü yok, basıyorsun, iniyorsun. İstediğin yerdesin.

İstediğin yere gidebileceğin insanların olması güzel olurdu sanırım. Tabii ki de asansör arkadaşlarından bahsetmiyorum. Asansör tamamen düşten ibaret. Uzun bir yolculuğa çıkmışız, radyoda şehirler arası program yapan karınca cızırtısı. Sen bir şarkı seçiyorsun, yuvarlıyorsun yuvarlak cismi incecik kutuya.

Bir şarkı çalııyor, notalar etrafa yayılıyor, önünü göremez oluyorsun. Birkaç kez kaza tehlikesi atlatıyoruz. Birlikte. Birlikte bir macera yaşadık diyoruz, Pilli Bebek çalıyor. Pilli Bebek ile anılarımız çok garip. İnsan Pilli Bebek konserine gittiğinde utanç duymamalı diyoruz, gülüyoruz hep birlikte. Pilli Bebek'ten Bak çalıyor, arka koltuğa kuruluyor Amirim, -ne işim var la burada?- demeye kalmadan sakallı çocuk bir bira çıkarıyor siyah torbadan. Siyah torbanın içerisine kaçan notalar bira şişelerinin şıngırtısı ile resital vermeye başlıyor. Amirim, la siz yine çok mu içtiniz diyor, arabayı kullanan biraz şekerlik olduk diye cevap veriyor.

Antalya'ya gitmeye karar vermişiz, dışarısı eksi bilmem kaç derecede. Antalya'nın hayatımızda pek bir yeri yok. İlkokulda bir gitmişliğim var, buralar çok değişmiş geyiğine giremiyorum bile. Biz içmeye devam ediyoruz. Bir yol hayalini gerçekleştirmenin sevinci var içimizde.
İleride bir çevirme var. Bir polis kapımızı çalıyor, hangimiz kapıyı açmalıyız diye düşünürken bir kahkaha atıyoruz. Kahkahanın içerisinden, arkama dönüp nasılsa Amirimin bizi oradan -fırt! diye kaçırabileceğini düşünürken, Cd çalarda Pilli Bebek susuyor. Amirim bırakıp gidiyor bizi.
Sizin ne işiniz var Antalya'da diye soruyor çevirmedeki çevirmeci polis. Çok meraklı olduğunu öğreniyoruz, akabinde -büyük olasılıkla- ehliyet ruhsatı da soracağını düşünsek de böyle olmuyor. Sakallı çocuk, şişeyi elinden düşürmemekte kararlı. neyse ki arabayı o kullanmıyor, o arkada Yüzüklerin Efendisi'nin en sevdiği sahnelerini izliyor, Amirimi hala yanında zannediyor. Ona birşeyler anlatıyor. Ağbi, gece uzun, mevzu derin, konuşçaz! desene diyor, Ses alamayınca dönüp onun orada olmadığını fark ediyor.

Gökyüzü aniden düşüyor. Yıldızları eze eze gdiyoruz, Antalya'da bir ofis arıyoruz, ofise çiçek bırakmak gibi gizli bir görevimiz var. Çiçeklerimiz solmasın diye ufaklık son sürat gidiyor, Çiçekleri kime bırakacağımızı soruyorlar, o  arada Hüsnü Arkan'ın Kırık Hava'sı çalmaya başlayınca yoldaki yıldızlar da sönmeye başlıyor. Sakallı çocuk yere düşmüş dolunaya bakarak Tatooine'e gelmiş olabileciğimizi düşünüyor, onun tek derdi var. Luke Skywalker'a lightsaber'ını vermek. Doğal'ın hiç o o taraflarda bir bezi yok, o yine birileri tarafından dürtülmüş, zorla çıkarılmış, Antalya'ya kadar gelmiş. Kendi kararlarıyla ilgili biraz sıkıntıları var. Karar veren değil de verilen oluyor. Uykuya dalıyor, araba kendi kendine gidiyor. Bir damla kadar arabası. Bir kadının gözyaşı kadar da olabilir.
Kırmızı paltolu bir kıza rastlıyoruz. Kırmızı paltolu  kız merdivenlerden hızlıca yukarı çıkmışçasına nefes nefese kalmış, ne olduğunu soruyoruz, söylemiyor. Ağlamaya başlıyor. Gözyaşları kuruyor, pürüzsüz tenine çil olarak armağan oluyor. Ağlamaya başlayınca, kendimizi tutamıyoruz. O kızın orada neden olduğunu bilmiyoruz. Elimizde çiçekler var.

Çiçekleri vermemiz gereken bir kız. Ağladığı için çiçeklerden birini kendisine armağan ediyoruz, Kız oralı olmuyor pek. Sakallı çocuk bir şeyler çizmeye başlıyor. Sakallı, hayatının kalan kısmında hiçbir şey yapmayarak, sadece Tolkien okuyarak geçirme taraftarı. Birkaç sevdiği dizi var, onlardan bahsetmeye başlıyor; kız gülümsemeye başlıyor. Edebiyat sevgimin şuana kadar bir avantajı olmadığını düşünerek takılıyorum, Başkan diye hitap ettiğim sakallı çocuğa. Başkan kız yanında bulundurduğu eskiz defterinden sayfalar yırtmaya başlıyor, Gecekondu inşa eder gibi çalakalem giriyor inşaata. Kızın sevdiği bir dizideki haritadan esinlenerek bir maket yapıyor. Kız daha çok gülmeye başlıyor. Seviniyoruz. Kızların güldürülmesi gerekirken neden ağlatıldığına anlam veremiyoruz. Bir bira daha içmek istediğimi belirtiyorum, Sakallı çocuk Amirin hepsini silip süpüdrüğünü, yerine bir tespih bıraktığını söylüyor. 

Bir asansör karşılıyor bizi, aracı park ettiğimizde, basıyorum asansörü çağırma tuşuna, elinde temel sanat dersinden kalma saçma-sapan, eğir-büğrü kesilmiş küpler. Küplerin içerisinde kaygı ve hüzün dolu. Onları taşımanın yükü yormuş, her halinden belliydi.
Bir ofise çıkıyoruz,çıkıyoruz, çıkıyoruz... Düzlüğe çıkamadığımız ortada. Stresli bir ortamı selamlıyoruz. Sağda-solda bina maketleri, sanırım bir mimarlık ofisindeyiz diyor ufak boylu kız. Sakallı çocuk arabada kızla konuşuyor, umarım sadece konuşuyordur diye iç geçiriyorum.
Birini soruyoruz, sorduğumuzun ismi yok. İsmini Ülkü Tamer'in dizelerinde ve Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler isimli öykü kitabında saklamışız. Kitapları açmaya açmaya ismini unutmuşuz, Çiçeklerin üzerine sapsarı bir kart iliştirmişiz, sapsarı kartta daha koyu sarı renkte çeşitli logolar.
İstanbul'un mavisi ile İzmir'in mavisi çok farklı, ikisini bir araya getirip bir de sustuğumuz kelimeleri eklemişim. Tarif ediyorum, bir gülse diyorum, Arzu Film'in Neşeli Günler'ini tekrar izlemiş gibi hissedersiniz diyorum. -Haaaaaaaa! diye gayet öküzvari bir cevap alıyorum, Hiç muhabbet edilmeyen ortamda öküzvari adam -Öğle arasına çıktı, gelir şimdi.- diyor. Nereye gittiğini soruyorum,  tam olarak bilmediğini, yakındaki bir okula gidebileceğini söylüyor. Çiçekler git gide soluyor,
Yakındaki ilkokula gitmek için asansörü çağırıyoruz. Asansörden bir tip iniyor. Ufak boylu kıza yirmi sayfalık bir mektup veriyor, kız şaşırıyor, gördüğüne sevinmiş gibi bir hali yok. Yani ben öyle hissetmiyorum.

Hep birlikte aynı asansöre biniyoruz, tek kelime edilmiyor. Bir kelime edilse sanki asansörün yükü ağır gelecek, ve aşağı çakılacakmışız gibi.

Çocuk bir bilet gösteriyor tek kelime etmeden, gidiyor. Ufak kız ile biz arabaya yöneliyoruz. Arabadaki sakallı çocuk - O da gitti be Başkan! diyor. -Bu sefer gelmişken gitti.-
Kız gittiği gibi maketler eski haline dönüşüyor, basit kağıt parçalarına. Çiçekler solmadan gidilecek adresimizin olduğunu belirtiyorum, hüzne vaktimizin olmadığını belirtiyorum. Bencilce hareketim için kendi kendime küfürler hazırlıyor, üst-üste sıralıyorum, kimse duymadan.
Küçük araba ile dar yollardan geçiyoruz, Yollar yollara bağlanıyor, Bağlantılı yollarda ufak boylu kız ile sakallı çocuk bağlantısız kalmış, boşlukta hissediyorlar. Ben bir şey hissedemiyorum. Hiç böyle bir işe kalkışmamanın bir heyecanı var sadece üzerimde.

Sora sora öğreniyoruz okulun yolunu, okula yaklaştıkça solan çiçekler canlanmaya başlıyor. İnce boyunlarını kaldırıyor, Yolda ezerek geçtiğimiz yıldızlardan birine rastlıyoruz, okul kapısında bir Joseph Barbara çizgi filmi gibi bir köşesiyle bu taraftan işareti yapıyor. İnsan içi sıkan koridorlar aydınlanıyor, merdivenlerden kahkaha sesi geliyor, yıldız zıplamaya başlıyor, Çiçekler canlanıp, parlamaya başlıyor. Murat Onbul kliplerindeki gibi ışıklar patlıyor sağdan soldan, onu görüyorum. Çiçekler elimden kaçıyor, bizimkiler arkada saçma bir sırıtışla bakakalıyor. Yıldız da çiçeklerin arasına karışıyor, sahibine koşuyor.

"Daha çok tanımaya geldim." diye bir ses yankılanıyor koridorlarda, ağzımı kapıyorum, kelimeler sağa sola çarpmaya devam ediyor. Kıvrılmış, içerisinde sapsarı logolar olan kağıtları görünce kız daha bir gülüyor. Gülmek en güzel fiil, sevilmekten sonra.
Yazdan kalma bir İstanbul düşüne uyanıyoruz, asansör birinci katta durduğunda, bütün gece proje için sabahlamış, kayda değer bir bok çıkaramamış gözlerimi açıyorum okulun meşhur kırmızı koltuklarında, gözleri gülüyor, arkadaşları ile yürüyüp geçiyor, her zamanki gibi.

Asansörlerin yarı aydınlık, etrafı demir kaplı binanın içinde kendi kendine açılıp kapandığını, bir an mavileşerek, kat kat denizin dibine battığını, denizin tüm güzelliğini yaşayabilmeyi düşlüyordum. Bu düşler, dışarıdan gelen saçma sapan gürültülerle kırılıyor, yok oluyordu. Masmavi deniz, büyük bir hayal kırıklığına dönüşüyor, etraf çamurla kaplanıyordu. Düşleri elinden alınan, düşlerini bırakmak durumunda kalan insanları, o düşleri neler uğruna terk ettiklerini düşünüyordum. Belki de aradığın asıl mutluluk budur. Düşlerinden sıyrılıp, gerçek hayata odaklanabilmek. Çok karışık kafanı bir omuza dayandırıp, bir şey aramaya çalışmadan, kaygısız bir şekilde sadece o anı yaşamak. Bunun da bir düşten ibaret olduğunu düşününce kendi karmaşıklığınızda kaybolup, tekrar o düşler denizine kaçıyorsunuz. İçinden deniz geçen bir şey ne kadar kötü olabilir ki?
Düşler kaçıştır, mutluluktur. O kaçılan en güzel yeri gerçekleştirebilen mutluluk sahibi oluyor. Mutluluk somut bir kavrama, düşlerini izleyebildiğiniz biri olduğu sürece dönüşebiliyor.
Vinyet: Oğulcan Köstenoğlu