28 Nisan 2012 Cumartesi

Kediler Güzel Uyanır

...
 Ben çalışma masasının çekmecesinde cennet kuşu saklayanlar gördüm. Ben çalışma masasının üstüne cehennemin sazlı sözlü cümbüşünü yatıranlar gördüm. Ben o kadar gördüm de, ancak  bu kadar anlatabiliyorum. O yüzden susuyorum sana. Ama ertesi gün konuşacağım.
  Bir dilin yaşayan yaşamayan bütün kelimelerini ezberlediğim günün ertesinde, benim de sesimi duyacaksın. O gün yağacak yağmurdan kork!
 Diyor Yekta Kopan Can Yayınları'ndan çıkan son kitabı "Kediler Güzel Uyanır"da.

20 Nisan 2012 Cuma

Van Gogh & Hakan Gerçek'in Dostluğu


Her zaman çantamda ders kitaplarının sayısı kadar hikaye,deneme türünde kitaplar bulundururum. Bu kitaplardan her zaman biri ''Usta'' dediğim kendisine çıraklık ettiğimin bilincinde olmayan Ferhan Şensoy'un herhangi bir kitabıdır. Bana arkadaşlık eder Şensoy, birbirinden güzel deneme ile öykü arasında gidip gelen, bazen gidip dönmeyen hikayeleri ile.
  Mart ayının başından beri çantamdaki Şensoy'a arkadaşlık eden, cüzdanımın içinde bulunan bir tiyatro bileti vardı. Yarısının kapı önündeki görevli tarafından yırtılmasını bekleyen dipkoçanlı bilet, ''daha çok var!'' rahatlığıyla yan yatıyordu.

 Hakan Gerçek'i ve tabii ki de Tiyatro Gerçek'i ilk olarak "Annem Yokken Çok Güleriz" adlı oyunda,geçen sezon izleme fırsatı buldum. Oyun muhteşem; Tiyatro Gerçek ekibi daha da muhteşemdi. O oyundan çıkışta, konservatuar okumayan fakat tiyatro yapmak gibi eğilimi olan kendime bir "Usta" daha seçebileceğim sinyali beynimde gezip, sağa sola çarpmaya başlamıştı.
 Bu sene sezonun bitmesine az zaman kala Tiyatro Gerçek İzmir turnesine çıktı: Cemal Süreya şiirlerinden oluşan "Üstü Kalsın" ilk olarak Narlıdere Atatürk Kültür Merkezi'nde sahnelendi. İkinci oyun, Tiyatro Gerçek'in ilk oyunu olan Hakan Gerçek'in oyunculuğu ile devleştiği klişe kalıbını kullanmak durumunda kaldığım; "Van Gogh" Konak Atatürk Kültür Merkezi'nde seyircinin huzuruna çıktı.
 Oyun hakkında yeteri kadar yorum yapabilecek, eleştirebilecek bir entelektüel bilgiye, sahip olmadığımın farkında bir şekilde ; Van Gogh'un hikayesini çok güzel yazmış oyunun yazarı W.Gordon Smith diyebilirim. Elbette elde iyi bir metin olunca, yıllarını tiyatroya armağan etmiş "gerçek" bir oyuncunun ve yönetmenin yapabileceği tek şey; o oyunu sahneye nasıl uyarlarım? düşüncesi ile kafa patlatmasıdır. Oyunun işlenişi gerçekten olağanüstü, daha doğrusu Van Gogh'un uyarlaması... Hakan Gerçek öyle bir performans sergiliyor ki sahnede her seyirciyi gözlerinle izliyor, Van Gogh'un dünyasından bakıyor. Bir an ''Van Gogh gelmiş bizlere, keder penceresinin içinden resim tutkusunu,biyografisini anlatıyor!'' gibi çocukça bir düşünce ile izledim oyunu.
 Van Gogh'un sanat uğruna ''soğuk kuzey gözüyle'' şehirlerden şehirlere dolaşmasını, yaşamının etkileyici sonunu daha fazla kaçırmamanız dileklerimle,yeni bir usta daha edindiğimi söyleyerek yazıyı burada sonlandırmak istiyordum ki : Tiyatro Gerçek'in internet adresinde şu sözleri okuyorum:
   Hakan Gerçek:Ben de bu müthiş ressamı sahneye taşıyorum ve soruyorum: "Onun hakkında ne düşündüğümü aktarmak istedim. Bilmiyorum, bilemiyorum başarabildim mi ?"
   Başarmak ne kelime Usta! diyerek koyuyorum dipkoçanlı tiyatro biletini diğer Ustanın kitabının arasına...

(Not : oyun fotoğrafları; Tiyatro Gerçek'in internet adresinden alıntıdır.
http://www.tiyatrogercek.com/tiyatro.asp?icr=17  )

15 Nisan 2012 Pazar

Van Gogh'u Beklerken

 Bu bekleme heyecanını ilk kez Ferhangi Şeyler'i izleyeceğim zaman yaşamıştım; Şimdi de Van Gogh için aynı heyecanla bekliyorum. Cüzdanımın içinden bileti çıkarıp, çıkarıp tarihine bakıyorum, bakınca daha da yaklaşacak gibi... ''Sayılı günler çabuk geçer!'' klişesi böyle durumlarda hiç yardımcı olmuyor.

14 Nisan 2012 Cumartesi

**

 Edip Cansever söylemiş;
    ...        
       ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma

       oysa güneş pek batmadı senin evinde
     ...

7 Nisan 2012 Cumartesi

Ev Arkadaşı

 İlişkileri artık kabak tadı vermeye başlamıştı. Kabak tadından ziyade ilişki kerevize dönüşmüştü. İlişkilerinin üzerinde bulutlar gayet parçalı bulutlu halde gezinmekte, ortasından hortumlar geçmekte, kuvvetli lodos ilişkilerinin batmasına sebep olmak üzereydi.
 Kadın bu duruma üzülüyordu. Adam bu durumu üreme organına bile takmıyordu. Kadın bu duruma daha da üzülüyordu.
  Muson iklimi özellikleri belirten bu ilişkinin sonu, adamın kadını aldattığını öğrendiği gün bitmeliydi diye düşünüyordu sürekli aldatılmayı sineye çeken mutlu olmak isteyen mutsuz kadın. Adam özür dilediğinde neden affetmişti onu? Bilmiyordu. Sevdiğine de inanmıyordu. Zaten ortada öyle güzel bir fiil yoktu. Aralarında sadece ''nefret'' içerikli söz toplulukları geziniyordu. Her ikisi de sadece araç olarak küpleri kullanıyor, araba kullanma ihtiyacı bile hissetmiyorlardı.
 Hava yağmurluydu. Yağmur damlaları pencereye kamikaze pilotlarını örnek alarak çarpıyordu. Pencere camı bu duruma içerlese de sesini çıkarmıyordu. Kadın pencere önündeki solmuş çiçekleri taklit edercesine boynu bükük bir halde dışarıya odaklanmıştı. Sevdiği adamın arabasını park ettiği yerden gözlerini ayırmıyordu. Park ettiği yere başka bir araba park etmeye yanaşmaya görsün ; hemen pencereyi açıp, başını yağmur damlalarının altına sarkıtıyor, şimdi hayat arkadaşının geleceğini, başka bir yere park etmesi ricasında bulunuyor, ıslanan saçlarını yağmurun altından uzaklaştırarak pencereyi kapatıyordu. Adamın böyle garip huyları vardı. Adamın arabasının park edeceği yerde sokak lambası bulunması şarttı! Koca sokağı da tek o park yerinin bitişiğindeki lamba aydınlatıyordu. Kadın bunları iyi bilirdi. Ama adam kadının ne huyları olduğunu bile bilmiyordu. Tek bildiği şey hiçbir şey bilmediği geyiğinden öte değildi...
  Evlilikleri altıncı yılını doldurmuştu. Altı yıl boyunca altı yüz kelime etmemişlerdir. Etmişlerse bile bu konuşmalar tartışma içeriğinde olurdu.
  E peki neden hala kadın buradaydı? Büsbütün aşıktı besbelli. Ya da alışkanlığa dönüşmüştü bu iş. Kadın sesini çıkar(a)mamaya başlamıştı!..
   Oysa evlendiklerinde herşey başkaydı.
  Aynı üniversitenin, aynı kampüsünde farklı bölümler okuyorlardı. Kadın; Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanmıştı, adam tarih okuyordu. Okuduğu pek söylenemezdi. Daha çok üniversitenin kafesinde piyasa yapmakla meşgul olup, arada ders hocalarına selam vererek derse girmiş kadar oluyordu. Bazen de ders notlarını sınıfın çalışkan kızından alamadığı için çalışkan kızın kız arkadaşıyla yatıyor, bir nevi işini görüyordu. Notları da garantiye almış oluyordu.
  Bir gün üniversite koridorlarında yürüyordu her ikisi de birbirinden bağımsız olarak. Ellerinde kitaplar yoktu elbette, bir çarpışma olup, klişeye yer vermemek için kitap taşımıyordu kız. Kitaplarını sırt çantasına  koyuyordu. Bir adama selam verdi kız derslik girişinde. Selam verdiği adamın yanında hayatı boyunca aşık olacağı adam yer alıyordu. Onla tanıştı. Adam da tanışır gibi yaptı, üç dakika geçmeden üç harfli adını unuttu kızın.
 - Naber? diye ne haber kısaltması sorusunu yöneltti kız adamı bir daha görünce.
 - İyilik... Aslında tam da iyi sayılmaz. Hatta bildiğin bombok vaziyetteyim. dedi gözleri dolan adam. Umursamaz adam kızın kendisine olan bakışlarından etkilenmiş olacaktı ki hiç yapmadığı bir şey yaptı. Soru  sorarak muhabbet açmaya çalıştı adam. Muhabbet ederek rahatlayacağını düşündü. İlk görüşte aşık olan kız ''benim canıma minnet'' diyerek bir bakış attı adama.
 - Nasılsın? Kantinde oturup kahve içer miyiz? diye sordu adam.''Biraz konuşmaya ihtiyacım var.''
   Kadın içinden kahve sevmediğini geçirse de ben çay içmek istiyorum diyemedi.
 - Olur dedi, parlayan gözlerle.
  O gün hiçbir şeyi umursamayan adam ; birini umursadı, birini sevdi ya ve da ayrı sevdi sandı... ''Neden böyle olmuştu?'' sorusunu benliğine bile sormaya korkuyordu. Kıza nasıl söylesin... Cevabını bildiği bir soruydu bu...
 Kimseler yokken, öğrenci evinin dağınıklığının içine serdi soruyu. Kimsenin duymasını istemiyordu. Cevabını hiç açmadığı bir kitabın içindeki mektupta buldu tekrardan. Bir kız vardı, güzel mi güzel... Yürürken, hiç kimse sapık düşlerle bakmazdı. Ulu Manitu sevdiklerine bağışlasın derdi herkes hep bir ağızdan... Kız kimseye kolay kolay dönüp bakmazdı. İktisat eğitimini bırakmıştı, kendini oraya ait hissetmemişti. Shakespeare metinlerine bayılır, evde kendi kendine sahneler, seyircileri çoğunlukla ayna,makyaj malzemeleri, ozon düşmanı deodorantlar ve en önemlisi de Shakespeare olurdu. İzmir'den ''tiyatro yapmalıyım ben!'' düşüncesi ile İstanbul'a konservatuar eğitimi için gelmişti. Ek bir çalışma yapmadan, girdi sınavlara. Bir Shakespeare metni hazırlamıştı,seyircilerinin en taktir ettiği performansını sahneleyecekti. En sevdiği şair Orhan Veli'ydi. Orhan Veli'nin kendisiyle özleştirdiği Dalgacı Mahmut şiirini de repertuarına ekledi. Güzel şiir okurdu kız. Okurken, şiirin şairi sanki yanında sigara tüttürüyormuş gibi titizlikle seslendirirdi şiiri. Kız zorlanmadan kazandı sınavı.''Sen nerelerdeydin şimdiye kadar?'' cümlesi gözlerinden okunuyordu seçici kurulun.
  Kız sınavı kazandığını ailesine bildirmek için telefon kulübesi aradı. Az ilerideki postanenin önünde buldu kulübeyi. Bir adam hızlı hızlı konuşuyordu. Beklemekten duyduğu can sıkıntısı ile istemeden kulak misafiri oldu konuşmaya. Yeni üniversite kazanmış bir gençti telefondaki. Ailesine parasını çaldırdığını telaşlı bir şekilde anlatıyordu. Harç parası, ev kirası ve cep harçlığı derken bir öğrenci için fazla bir iş adamı için az miktarda olan toplu parası artık olmadığı için ne yapacağını düşünüyor, bunu telefondakine bildiriyordu.
  Telefonu kapattı. Eski iktisatçı yeni tiyatrocu kızdan beklettiği için özür diledi. İstanbul'a İzmir'den geldiğini bu sabah parasını çaldırdığını, çalan adamın peşinden koşsa da yetişemediğini anlattı. Kız ona -vah ki ne vah... diyerek kaşlarını çattı, kafasını eğerek, üzüldüğünü belli etti.
  - İstersen birlikte kalabiliriz bir süre için. Ben okuluma yakın, bir ev buldum. Hemşehriymişiz hem... Yarına kadar para işini de halledeceklermiş madem... ''Bir günlük ev arkadaşlığı yaparsın bana!'' dedi kendisinden üç yaş küçük olduğunu öğrendiği gence.
  Adam ne diyeceğini şaşırdı gözlerinden gözünü alamadığı kıza. Gitmek zorundaydı. Bu şehirde kalabileceği başka kimsesi yoktu. İlk defa gelmişti taşı toprağı altın denilen, fakat taşı toprağı hırsızlık! diye düşündüğü kente.
 - Peki... dedi boynu bükük bir şekilde. Sinirden, çaresizlikten gözleri dolan genç.
  Böyle tanışmışlardı mektubun sahibi ile. Dört yıl ev arkadaşlığı yapmışlardı. Okudukça hatırlıyor, hatırladıkça üzülüyordu. Kız ona bir mektup bırakarak intihar etmişti. Aşık olmuştu adam kıza. Kız bunu biliyordu fakat tek bir kelime etmiyordu bu konu ile ilgili. Hiçbir zaman neden intihar ettiğini anlayamadığı tek günlük ev arkadaşı,tiyatro aşığı kız ona mektubunda Shakespeare'den alıntı yapmıştı:
  Var olmak mı, yok olmak mı, bütün mesele bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine kaşı
Dur, yeter! demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece!  Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü!
Çünkü o ölüm uykularında,
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu. 
**
Sevdim seni çocuk! 

 Belki sevdiğini söyleyebilseydi adam, güzel kız yaşayabilirdi...Hem o da seviyormuş... Hep bunları düşünüyordu. Kafası oldukça karışıktı. Hiçbir zaman sevdiğini söyleyemediği ev arkadaşını kaybettiğinin ertesi haftası tanışmıştı adam hayat arkadaşı ile. Zamanla sevebileceğini, hatta aşık bile olabileceğini düşünmüştü adam. Fakat şöyle de bir gerçek vardı : Her şeyin üst üste gelmesi onu umursamaz biri yapmıştı.
  Neden bırakıp gitmişti ev arkadaşı onu?
  Zamanla severim düşüncesiyle evliliğe kadar ilerlediler. Adam pek konuşmuyordu. Sadece yanında kendisini seven birini olduğunu bilmek biraz olsun rahatlatıyordu.
  Adam gitmeye karar verdi bir sabah. Elinde eski ev arkadaşının ona yazdığı mektup vardı. Onu cebine koydu. Kendi el yazısıyla yazdığı Shakespeare'in sözlerini masaya bıraktı ve kendinden kaçarcasına hızlı adımlarla terk etti evi, kendine aşık olan kadını...
   Peri kızı dualarında unutma beni,
   Ve bütün günahlarımı.
  Yalnız bilmediği bir şey vardı adamın; Sevilmeyi bekleyen kadın onu o gece bırakmıştı. Banyoda ilaç içerek hayatını sonlandırmıştı, daha doğrusu sevilmeyi beklemeyi sonlandırmıştı... Hiçbir zaman okuyamadı o kağıdı...

5 Nisan 2012 Perşembe

Bazuka

 "İnsan çocukken bir büyük saadet ülkesinde yaşıyor, sağa sola şuursuzca koşturup neşeyle kişniyor. Sonra büyüyor, büyüdükçe salaklaşıyor, salaklaştıkça unutuyor o mesut diyarı, bir nevi ölüyor. Çocuklukla yaşlılık arasındaki o dönem araf misali; kitabesi ağır mesailerle, küçük hesaplarla, kesif mutsuzluklarla yazılan bir mezartaşının gölgesinde azap gibi boktan hayatlar. Yetişkinler zombilere benziyor..."
                                                                        Murat UYURKULAK
                                                                       (Bazuka - Metis Yayıncılık)