11 Ekim 2015 Pazar

Çiçekleri Umudumuzun


Böyle zor zamanlarda kelimeleri bırakın şairlere, yazarlara: savaş ve nefret çığırtkanlığınızı onların kelimeleri ile dindirin.

Çiçekleri Umudumuzun

Çok olun, çocuklar, çok olun,
yüzlerce olun, binlerce olun, onbinlerce.
Daha çok olun, daha çok olun,
yapraklar kadar, balıklar kadar çok olun.

Bu dünya ne tek tek yaşamakta,
bu dünya ne rakının, ne şarabın içinde,
bu dünya ne parada, ne pulda,
ne kalleşlikte, ne zulümde.
Bu dünya aşkın içinde, alın terinde.

Çok olun, çocuklar, çok olun,
el ele verin, çocuklar, el ele,
yaşayın dünyayı doya doya,
açın kapıları, camları güneşe,
ne yeise kapılın, ne korkuya,
çok olun, çocuklar, çok olun,
el ele verin, çocuklar, el ele.

Mutlu olmak varken bu dünyada,
geceler geldi dayandı kapımıza,
olduk acımızla sarmaş dolaş,
bekledik düşümüzle koyun koyuna.

Çok olun, çocuklar, çok olun,
yapraklar kadar, balıklar kadar çok olun,
el ele verin, çocuklar, el ele,
bütün gündüzler sizin olsun,
yaşayın dünyayı doya doya.

Çocuklar, çiçekleri umudumuzun

A.Kadir

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Yolluk

Albüm kapaklarına vurulup, yeni dinlemeye başladığım bir grup. Kapaklarından yaptığı müziğin aritmetiğini çıkarabiliyorum. Rastgele bir torba buluyorum odanın dağınıklığının içerisinde. Birkaç eşya atıyorum içine, laptop çantasına dolduruyorum ufak tefek kağıtlardaki el yazması notları. Çoğu notlar alkollü alındığı için yazı hatları arapçayı hatırlatsa da anlayabildiğim birkaç kelimeden devamını getirebiliyorum.
Dinine düşkün marketin, helal torbalarına topluyorum boş şişeleri. Boş şişeler kendi besteledikleri parçayı çalmaya başlıyorlar, pestenkerani makamından olan bu parçayı severek dinliyorum.
Doktorları ile tanışmak zorunda kaldığım günden itibaren soğuduğum İstanbul'dan sadece çantamı ve göğüs ağrılarımı attığım torbayı alarak çıkıyorum geri döneceğimi bilerek. Doktorların söyleyeceği şeyler dünyanın her tarafında aynı. Ne kadar sıkıcı adamlarsınız lan siz! diyememek de cabası. O size alkolü, sağlıksız yiyecekleri bırakmalısın derken sizin elinizde kalan tek hobilerin bunlar olduğunu bilmiyor.
Ağrılarım ile dolup taşan torbada yer kalmadığı için bu düşüncelerimi laptop çantasının ön gözüne iteliyorum, laptop dolayısı ile zaten ağır olan çanta daha da ağırlaşıyor.
Hava yolu taşımacılığının konforundansa kara yolu taşımacılığının şairaneliğini tercih ederek atlıyorum otobüse, önümde oturan öküzün koltuğu sınır ihlali yaptığından it dalaşına başlıyoruz otobüs kara sularında. En son bir diz darbesi ile onun koltuğunu etkisiz hale getiriyorum, tıpış tıpış düzeltiyor. İstanbul gece yarısına yaklaşıyor, boğazın karanlık sularına anlamsızca bakıyorum. Kaç şairin dizeleri gömülüdür bu karanlık sularda diye anlamsız anlamsız düşüncelere kapılıyorum. Kaç güneşli gözlü kadın düşünülmüştür bu sulara bakılarak diye romantizmin dibine vuruyorum. Hastalığımın verdiği aşırı duygusallığa bağlıyorum. Canım bira çekiyor, bira çektiği için su içiyorum. Aceleden yemek yemeyi unuttuğum için aç olan midem, bulanıyor, bulanan midem...
Yazılarımı yayımladığım siteyi takip edenler bilirler ki her yazıda bir şaire yer vermezsem kendimi yanlış hissediyorum. Bir makale yazarı nasıl düşüncelerini okurlarına empoze etmek için kanıt gösterme ihtiyacı hissediyorsa -gerçekliği belirtmek için- ben de duygularıma bir yancı arıyormuşçasına bu  yola başvuruyorum. Gündeste'den dizeler, aklımdan otobüsün dört bir tarafına yayılıyor; 
"...
sevecektim bir kadını sevdirmedi kendini
gemiler evimin içinden geçerken içim geçiyor
binip balkondan bir gemiye
uzaklara gidesim
her gün biraz daha geçiyor
kalakaldım bir ozan şaşkınlığı denize karşı
..."
Dünya küçük, otobüsler daha küçük. Otobüste ilkokul arkadaşıma rastlıyorum, onunla muhabbete girişiyoruz, Planlarımızda feribotta aşağı inip hava alıp muhabbet etmek varken çöken halsizlik ile tıkışıp kalıyoruz otobüste, muhabbetimizi bir bebek ağlayışı kesiyor, bebeğın ağlayışının içinden geçip gidiyoruz. Yaşanmışlıklar yerine gelecek planlarından konuşmak büyümenin en büyük göstergesi olsa gerek. İnsan belirli bir yaştan sonra eskiye sırtını dönüyor, sırtını dönemeyenler orada bir yerde sıkışıp kalıyor, hayat denilen evrimde yok olup gidiyor. Evrimde baskın taraf her zaman geçmiş ile zaman geçirme olanağı olmayanlar oluyor.
Uzun gri yolları turizm şirketinin kıç içi kadar ekranı aydınlatıyor. Yol kenarlarına düşen dördüncü sınıf Hollywood filmlerine bakarak geçiriyorum zamanımı. Uykumun gelmesini bekliyorum, uyku öyle çiş gibi ansızın gelmiyor. Çişten başka ansızın gelen bir şey yok zaten hayatımda. Uyku öncesi sevdiğim bir filmi dinlemeyi seviyorum, leptopu açıp prizle haşır ve neşir olmaktansa ekranla uğraşmayı daha mantıklı buluyorum. Miskinliğimden ödün vermeyi sevmiyorum.
Diğer yolcuların yola düşen görüntülerinden güzel filme rast gelmeyeceğimiz belliyken, durumu kendim bizzat görmeliyim diye arayışlarımı sürdürüyorum. Sonunda müzik dinlemeye karar veriyorum.
Şarkıların güzel hissettirmekten çok bok gibi hissettirme vasfı ile donatıldığını düşünüyorum. Her nota bir yaşanmışlık taşıyor, veya yaşanmamışlık. Birsen Tezer'i yol arkadaşım olarak seçiyorum, Tezer'in haberi olmadan. Su gözlü kız severdi bunu diye aklıma geldi, gitti. Kayıtlı altı şarkıdan sonra popüler rock gruplarından, protest tavrı ile ön planda olan Mor ve Ötesi'ne geçiyorum.
Sanılanın aksine Mor ve Ötesi'nin en iyi albümü Dünya Yalan Söylüyor değil. Gül Kendine.
"Hem uzak hem hoyrat senin ülken"
Halsizlik çöküyor, uyuyakalıyorum.
Var ile yok arasındaki muhteşem yazar Shakespeare, uyumanın bütün kalp ağrılarının dindireceğini söyler Hamlet'te. Bunun tek kötü yanının uykuda düşlere maruz kalmamız olduğunu da söyler aynı zamanda. Düşler ile yaşadığımızdan haberi olmayan Shakespeare'e kulak asmadan özgür özgür görüyorum rüyamı.
...
Güneş İzmir'e geldiğimizi haber veriyor. Psikolojik olarak unutuyorum rahatsızlıklarımı. Gelecek planlarımı, yalnızlığımı, telefonda muhabbet etmeye çalıştığım güler yüzlü ifadelerin en çok yakıştığı güneş gözlü kızı Bizans'ta bırakmışım. Biraz eksiğim ama hafifim. Ağrılarımın ve eşyalarımın olduğu torbayı ve çantamı alıp çıkıyorum sabah uykusundan yeni kalkmış İzmir'in huzuruna.
Tanıştığım ilk andan itibaren bana umut dolu gözlerle bakan, çok sevdiğim kadının "kalemi kuvvetli ama bileği tembel oğlum" hitabını anımsayarak bir yolculuk yazısı yazmaya karar veriyorum.

(Sakalları ile kalbimizi saran adamın doğum gününü kutluyorum.Vinyetleri hatırlatmayı buradan da sürdürüyorum: bu yazılar halen vinyetsiz Başkan. Yeni yaşında sana Tatooine'i vaat edemem ama Buca garanti.)
Fotoğraf: Moyan Brenn

6 Haziran 2015 Cumartesi

Bensiklopedi Roma Rakamları ile On Bir


- İçine girdiğim günden beri kendisi ile anlaşamadığım okulumun üçüncü sınıfı da bitti. Bu kez çok hırpalandık, düştük, düştüğümüz yerden kalkamadık. Çoğu işleri düştüğümüz yerden yaptığımızdan olacak ki hiçbir şeye yetişemedik. İşin garibi şu ki; okulu bitirdiğimde yazacağım metin bile hazır. Biz sizin okulunuzu hiç sevmedik.

- Seçime sayılı saatler kaldı. Gazetelerden ve yandaş olmayan haber kanallarından şiddet taşıyor, üçüncü sınıf hamur kağıdı kullanılan sözcüklerin sivriliği deliyor, Türkiye solu tarafından barış güvercini misyonu yüklenmiş adam kan ter içinde meydanlarda güçlere karşı meydan okuyor! En çok da barış isteyen o güvercin vuruluyor. O düşmüyor, güçlenerek çırpıyor kanatlarını dinbazların karanlıklarına karşı! Karanlık bulutları beyaz kanatlarının çırpınışı ile dağıtmaya çalışıyor.
Oy pusulalarına kan karışıyor, sandıklar daha da ağırlaşıyor. Sosyal medyada alıntı rekorları kıran bir adam oyların çalınacağını söylüyor, sayfa sayfa listeler yayımlıyor, -Kim ulan bu adam?- sorusu herkesin kafasında dört dönüyor.
- Meydanlarda dini değerleri diline zımbalayan adamın gitmeyeceğine o kadar inanmış bir halk... Şüphesiz ki seçim döneminin en başarılı reklam kampanyalarını altı oklu parti hazırlamış. Ana amacı oy ile hayatını değiştiremeyeceğini  düşünen yalnız, güzel halkı (!) ve onun gençlerini sandığa götürmek. Sosyal medya hesaplarından bas bas bağıran "Sandık Çok Güzel" filmleri kullanılan mizahi dille kan bulaşmış olan seçimlerin ağırlığını biraz düşürmeye çalışıyor.
- Yeni Türkü'nün bir şarkısı herkesin hayatında vardır. Selim Atakan'lı Yeni Türkü'nün yeri benim için biraz daha özelken, yayımlanan son albümü Şimdi ve Sonra da benim için özelleşti. Söz-müziği Derya Köroğlu'na ait olan bu şarkıya okul projesi kapsamında bir klip çektik. Klibimizde başrol oyuncumuz bir kukla. Oyunculuk teklifimizi ilk başta reddettiyse de; -okulun aydınlatılamayan koridorlarını gülüşü ile aydınlatabilen bir kız için çekiyoruz ağbi biz bu klibi- deyince -hay hay!- diyip Kıbrıs Şehitleri'nde kurduğumuz yarım yamalak sete geldi. 
Gabriel Garcia Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık kitabında dediği "İnsanın en iyi dostu ölmüş olan dostudur." sözüne hiçbir zaman inanmadım. Tabutta Rövaşata'nın unutulmaz repliğine sarılırım : "Ama arkadaşlar iyidir!"
Sandalyeye oturduğunda ayağı yere değip değmeyeceği muallakta olan büyük yürekli kızın "Videoyu her izlediğimde tüylerim diken diken oluyor." cümlesi klip senaryosunu iyi ki yazdığımı hissettirdi, bu beğeniyi elbette başrol ile paylaşmadım, Kıçı başı ayrı oynamasın diye üzerine ipler geçirilmiş bu ufak adamın bu yorumdan sonra yapacaklarını tahmin bile edemiyorum.
Sosyal medya ortamlarında paylaşılanlar her zaman sadece bir kişi içindir. O kişiden alacağınız yorum, beğeni sizin için yeterlidir. Arda kalan bok püsür. Bir gün klibi izleyicilere sunduğumda o beğeniyi aldığımda yerle bir olacak rutubetli duvar, bizim evden deniz gözükecek!*

*: Ferhan Şensoy - Denememeler

2 Nisan 2015 Perşembe

Ali*


Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor da, kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlanışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde "bu böyle olmayabilirdi" düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır.
Kürk Mantolu Madonna

6 Şubat 2015 Cuma

Ortaya Karışmış




"sana olmayan özlem bir şeye benzemiyor" Uyar

Lingi Lingi Ling
- ruhuma bir hayat yakıştıramadım.- diyor murat uyurkulak tol’da. o kadar sevmişim ki bu cümleyi; arkadaşımın dudaklarından atmosfere karışan -seni iyi tanıyorum. sesine karşılık olarak fütursuzca bir kahkaha bıraktım masaya. kahkahalar bira şişelerine çarptı.
 -lingi lingi ling… ne arkadaşım anladı ne de şişeler.

palto’dan çıkan not
gömleğinin arka yakasından sırtına giren sinsi kar tanelerinden titreyen dostoyevski girdi içeri, kumar borçları yüzünden uzaktan bakıldığında bir savaş zırhına benzeyen el örgüsü paltosununu masada bırakmak zorunda kalmış, her zamanki gibi mutsuz bir yüze sahipti. mutsuzluğuna tipi şeklinde yağan kar karışmış, söyleyecek sözleri var gibiydi. şöminenin başına geçip birkaç odun ile ateşi harladı. ateş özgürlük türküleri söyler gibi coşkuluydu.
gogol çiçikov'un kelime cambazlıkları ile süslü yardım çağrılarını dinliyordu, dostoyevski'ye dönerek: 
- kendi yarattığım karakterleri bile istediğim gibi yönetemiyorum, hayatlarını iyi şekilde kurgulayamıyorum, hep birşeyler engel, birşeyler. elimizde olmayan şeyler var. yine başına dertler açmış, yaptıklarının prensin bile kulağına gitmiş...  gogol bunları söylerken dostoyevski suskunluğunu koruyordu. gogol çalışma masasının üzerine giderek bir dosyayı dolduracak kağıtlarını toplamaya başladı, gözlerinde çaresizlik vardı, kenarına köşesine mürekkep damlamış, üzeri karalanmaktan eskimiş kağıtları sinir ile birden fazla parçalara ayırıp şöminenin başına geçti, ateşe attı. odunların arasından yükselen ateşler kağıtlar ile birlikte durulmuş, çok zaman geçmeden tekrar yanmaya başlamıştı. coşku yerini hüzne bırakmıştı.
dostoyevski gogol’un paltosunu giydi yeniden kara karıştı. gogol bir çiçikov'a bir de pencereden tipide yürüyen dostoyevski'ye baktı kaldı. 
bense ne düşüneceğimi, ne hissedeceğimi bilmeden biranın köpüğünde yüzüyorum, tanrıya yakarıyorum: iyi ki var, iyi ki yok. keşke olsaydı.
tatil
tatillerde yapılacak en güzel şey hiçbir şey yapmamaktır. tatillerin en kötü tarafı ise elbet bir gün bitecek olmasıdıır. okula gitmediğim günleri milli birlik ve coşku ile kutlayabilecek bir potansiyele sahip olduğumun farkında olsam bile okulun bitmesini bir bakıma istemiyordum. hep o final dönemindeki boşluklarda yaşayabilirdim. klişenin dibine vurabilirim, bir taraftan cengiz üstün'ün anti klişe timlerini kontrol ediyorum, diğer stajyer arkadaşlara da tembihledim kapıyı pencereyi gözetleyecekler : " her biten şey, bir gün başka şekilde başlıyor, illa ki başlıyor yani". okul bitmeseydi tatil daha başlamayacak, biz o duygu ile daha da heveslenecektik. geleceğini bildiğin şeyi beklemek her zaman güzeldir. tribün tahrikini, heyecanını katar insanın az dalgalı gönlüne. 
 beklediğin şey gelmez ise çok arabesk duygulara gark edebilirsin kendini, yeni kararlar alırsın her güne. kariyer hedefi olarak alkolikliği seçebilirsin hiç gerek yokken. 
 şu koduğumun hayatında beklediğin hiçbir şey gelmezken bir tek yazarlar gelir. gecenin kör vakitleri ağbi olarak hitap etmek istediğim bıyıklı ve gençlerbirlikli yazar mahir ünsal eriş klavyesinden kuşları uçuruyor: "şimdi levent cantek düşünsün." ekte de üçüncü kitap yazıyor, tatilin en güzel haberi oluyor bu, gelmeyen üçüncü kitap şerefine içiyorum ondan, bıyıklarından ve gençlerbirliği'nden habersiz. 

tatilini geleceğin için staj ile doldurmak ile birlikte sabah-akşam reha muhtar gibi kuşlar uçuruyorum klavyemden: "günaydın sayın seyirciler, her nerede staj yapıyor, yaptırılıyorsanız..." stajların en keyifli yanı iyi insanlar tanımak, gülüp, güldürebileceğin yeni insanlar... kariyerin için en ufak bir şeyi öğrenme çabası...
üç hafta kadar baskılara karşı dirensem de kişisel bir takım sebepler ile birlikte sakallarıma veda töreni düzenledik küçüklüğümden beri tıraş olduğum berber ağbide.
sakallarımın ardında ideolojik mesajlar arayanlar, otobüs-metro gibi toplu taşıma araçlarında dik ve sik şeklinde bakmaları gayet can sıkıcı olsa da -sakalım keyfe keder.- diye geziyordum, keyfim de kaçtı artık.

nerede?
leonard cohen'in dance me to the end of love şarkısı ile yüzyüzeyken konuşuruz'un bir takım benzerlikler taşıyan evi beşiktaş'taydı şarkısını dinlediğimizde, -kimin?- şirin sorusundan sonra gelen bol gülümsemeli konuşmayı düşündükçe biraz üzülüyorum. -ben buradayım.-  
nerede?

1 Şubat 2015 Pazar

Labirentte Bir Çehov


 "öykü okumayı sevmiyorum. öyküler erken bitiyor diye üzülüyorum" dedi sarı saçları ile kalbini örten uzun boylu kız. bir gülüş atıyor gözlerini devirerek, gülüşü gözlerinden çıkıyor etrafta bir tur atıyor tam dudaklarıma yerleşiyor. ben de gülmeye başlıyorum. ona sait faik okumasını söylüyorum, üzüleceğini bildiğim halde yapıyorum. çünkü sait faik öyküleri çehov öyküleri gibi insan sevgisi aşılar insansızlıktan yozlaşmışlara.
okumayacağını bildiğin halde bazen insanlara yazar önerirsin. sevmeyeceği halde sevilmeyi beklemek gibi bir şey. iyi kitaplardan anlamak, iyi ilişkilerden anlayacağın anlamına gelmez hiçbir zaman. karşındakine duyduğun ben gibi hissi yanıltır seni, gidenin bıraktığı yeri doldurmaya çalışırsın üzerinde kestane kızartılacak düzeyde sıcak bir gülümseme ile. karac’oğlan olur çıkarsın, elinde bağlamasız dolaşırsın sokakları, sınıfları. sırf doğru insan diye gidersin peşinden, başka bir düşünceyi getirmek istemezsin çok labirentli aklına. içinde kaybolduğun benliğin biraz daha kaybolur. gülüşünün tınısının şiddeti ile o labirenti yıkacak başka birini ararsın, sen de iyi bilirsin bunu, bulamayacaksın.
(Resim : Bedri Rahmi Eyüboğlu)