13 Temmuz 2015 Pazartesi

Yolluk

Albüm kapaklarına vurulup, yeni dinlemeye başladığım bir grup. Kapaklarından yaptığı müziğin aritmetiğini çıkarabiliyorum. Rastgele bir torba buluyorum odanın dağınıklığının içerisinde. Birkaç eşya atıyorum içine, laptop çantasına dolduruyorum ufak tefek kağıtlardaki el yazması notları. Çoğu notlar alkollü alındığı için yazı hatları arapçayı hatırlatsa da anlayabildiğim birkaç kelimeden devamını getirebiliyorum.
Dinine düşkün marketin, helal torbalarına topluyorum boş şişeleri. Boş şişeler kendi besteledikleri parçayı çalmaya başlıyorlar, pestenkerani makamından olan bu parçayı severek dinliyorum.
Doktorları ile tanışmak zorunda kaldığım günden itibaren soğuduğum İstanbul'dan sadece çantamı ve göğüs ağrılarımı attığım torbayı alarak çıkıyorum geri döneceğimi bilerek. Doktorların söyleyeceği şeyler dünyanın her tarafında aynı. Ne kadar sıkıcı adamlarsınız lan siz! diyememek de cabası. O size alkolü, sağlıksız yiyecekleri bırakmalısın derken sizin elinizde kalan tek hobilerin bunlar olduğunu bilmiyor.
Ağrılarım ile dolup taşan torbada yer kalmadığı için bu düşüncelerimi laptop çantasının ön gözüne iteliyorum, laptop dolayısı ile zaten ağır olan çanta daha da ağırlaşıyor.
Hava yolu taşımacılığının konforundansa kara yolu taşımacılığının şairaneliğini tercih ederek atlıyorum otobüse, önümde oturan öküzün koltuğu sınır ihlali yaptığından it dalaşına başlıyoruz otobüs kara sularında. En son bir diz darbesi ile onun koltuğunu etkisiz hale getiriyorum, tıpış tıpış düzeltiyor. İstanbul gece yarısına yaklaşıyor, boğazın karanlık sularına anlamsızca bakıyorum. Kaç şairin dizeleri gömülüdür bu karanlık sularda diye anlamsız anlamsız düşüncelere kapılıyorum. Kaç güneşli gözlü kadın düşünülmüştür bu sulara bakılarak diye romantizmin dibine vuruyorum. Hastalığımın verdiği aşırı duygusallığa bağlıyorum. Canım bira çekiyor, bira çektiği için su içiyorum. Aceleden yemek yemeyi unuttuğum için aç olan midem, bulanıyor, bulanan midem...
Yazılarımı yayımladığım siteyi takip edenler bilirler ki her yazıda bir şaire yer vermezsem kendimi yanlış hissediyorum. Bir makale yazarı nasıl düşüncelerini okurlarına empoze etmek için kanıt gösterme ihtiyacı hissediyorsa -gerçekliği belirtmek için- ben de duygularıma bir yancı arıyormuşçasına bu  yola başvuruyorum. Gündeste'den dizeler, aklımdan otobüsün dört bir tarafına yayılıyor; 
"...
sevecektim bir kadını sevdirmedi kendini
gemiler evimin içinden geçerken içim geçiyor
binip balkondan bir gemiye
uzaklara gidesim
her gün biraz daha geçiyor
kalakaldım bir ozan şaşkınlığı denize karşı
..."
Dünya küçük, otobüsler daha küçük. Otobüste ilkokul arkadaşıma rastlıyorum, onunla muhabbete girişiyoruz, Planlarımızda feribotta aşağı inip hava alıp muhabbet etmek varken çöken halsizlik ile tıkışıp kalıyoruz otobüste, muhabbetimizi bir bebek ağlayışı kesiyor, bebeğın ağlayışının içinden geçip gidiyoruz. Yaşanmışlıklar yerine gelecek planlarından konuşmak büyümenin en büyük göstergesi olsa gerek. İnsan belirli bir yaştan sonra eskiye sırtını dönüyor, sırtını dönemeyenler orada bir yerde sıkışıp kalıyor, hayat denilen evrimde yok olup gidiyor. Evrimde baskın taraf her zaman geçmiş ile zaman geçirme olanağı olmayanlar oluyor.
Uzun gri yolları turizm şirketinin kıç içi kadar ekranı aydınlatıyor. Yol kenarlarına düşen dördüncü sınıf Hollywood filmlerine bakarak geçiriyorum zamanımı. Uykumun gelmesini bekliyorum, uyku öyle çiş gibi ansızın gelmiyor. Çişten başka ansızın gelen bir şey yok zaten hayatımda. Uyku öncesi sevdiğim bir filmi dinlemeyi seviyorum, leptopu açıp prizle haşır ve neşir olmaktansa ekranla uğraşmayı daha mantıklı buluyorum. Miskinliğimden ödün vermeyi sevmiyorum.
Diğer yolcuların yola düşen görüntülerinden güzel filme rast gelmeyeceğimiz belliyken, durumu kendim bizzat görmeliyim diye arayışlarımı sürdürüyorum. Sonunda müzik dinlemeye karar veriyorum.
Şarkıların güzel hissettirmekten çok bok gibi hissettirme vasfı ile donatıldığını düşünüyorum. Her nota bir yaşanmışlık taşıyor, veya yaşanmamışlık. Birsen Tezer'i yol arkadaşım olarak seçiyorum, Tezer'in haberi olmadan. Su gözlü kız severdi bunu diye aklıma geldi, gitti. Kayıtlı altı şarkıdan sonra popüler rock gruplarından, protest tavrı ile ön planda olan Mor ve Ötesi'ne geçiyorum.
Sanılanın aksine Mor ve Ötesi'nin en iyi albümü Dünya Yalan Söylüyor değil. Gül Kendine.
"Hem uzak hem hoyrat senin ülken"
Halsizlik çöküyor, uyuyakalıyorum.
Var ile yok arasındaki muhteşem yazar Shakespeare, uyumanın bütün kalp ağrılarının dindireceğini söyler Hamlet'te. Bunun tek kötü yanının uykuda düşlere maruz kalmamız olduğunu da söyler aynı zamanda. Düşler ile yaşadığımızdan haberi olmayan Shakespeare'e kulak asmadan özgür özgür görüyorum rüyamı.
...
Güneş İzmir'e geldiğimizi haber veriyor. Psikolojik olarak unutuyorum rahatsızlıklarımı. Gelecek planlarımı, yalnızlığımı, telefonda muhabbet etmeye çalıştığım güler yüzlü ifadelerin en çok yakıştığı güneş gözlü kızı Bizans'ta bırakmışım. Biraz eksiğim ama hafifim. Ağrılarımın ve eşyalarımın olduğu torbayı ve çantamı alıp çıkıyorum sabah uykusundan yeni kalkmış İzmir'in huzuruna.
Tanıştığım ilk andan itibaren bana umut dolu gözlerle bakan, çok sevdiğim kadının "kalemi kuvvetli ama bileği tembel oğlum" hitabını anımsayarak bir yolculuk yazısı yazmaya karar veriyorum.

(Sakalları ile kalbimizi saran adamın doğum gününü kutluyorum.Vinyetleri hatırlatmayı buradan da sürdürüyorum: bu yazılar halen vinyetsiz Başkan. Yeni yaşında sana Tatooine'i vaat edemem ama Buca garanti.)
Fotoğraf: Moyan Brenn