16 Mart 2013 Cumartesi

Tiyatro Peygamberi


 Benim komediler yazdığımı duyan bir Alman profesör;
 "Akıntıya kürek çekiyorsun," demişti. "Bu memlekette çocuklar bile gülmüyor, çocukları bile gülmeyen bir milleti güldürmek, Müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibi bir şey." Aldanıyordu halbuki.
 Bu millet Nasreddin Hocasına, İncili Çavuşuna, Bekri Mustafasına, Bektaşi fıkralarına, taşlama skalası çok dar da olsa Meddahlarına, Ortaoyuncularına, Karagözcülerine, dolu gönül gülmüş. Kuyruk acılarını gülmekle boşaltmaya teşne olduğunu her vesile ile göstermiş.
 Nitekim aynı profesör, Köln'de Keşanlı Ali Destanı'nı seyreden işçilerin içten gelme kahkahalarını bir rastlantı eseri bizzat görüp yaşayınca ilk teşhisinde ne kadar yanıldığını dakikalarca süren bir özürle belirtmişti.
                                                         Haldun TANER
         
(HALDUN TANER KABARE- Bilgi Yayınevi)

14 Mart 2013 Perşembe

-Buradan yakınız Bay Sartre!


Ne güzel anılar yaşanmıştır akrep ile yelkovanın yarıştığı zamanlarda. Simone de Beauvoir ile Jean Paul Sartre Ertesto Che Guevara'yı ziyaret etmiş, Fidel Castro'nun fotoğrafçısı Alberto Korda ölümsüzleştirmiş. 

13 Mart 2013 Çarşamba

Üzerine Bol Heves Kondurdum Tiyatromun


 Bazen diyorum, bazen sadece bir parça mutluluk satın alabileceğimiz yerler açsam, yılın değil, yüzyılın girişimcisi olabilirim. Ki baktığımızda böyle yerler yüzyıllar önce açılmış, bazıları daha yakın tarihlerde. Sonra da benim girişimcilik hayallerim sığ denize düşüyor, derine de inemeyen hayal sudan bana bakıyor ve fakat çıkaramıyorum. Bir el atsam... El atmaya cesaret edebilsem... Denize bakıyorum.
 İşte böyle bir sevda ile kuruyorum kafamdaki tiyatro grubunu her gece. Biz de mutluluk satacağız insanlara. Üstelik bu mutluluk çevredekilerden çok farklı da olabilir, tamamen amatör tiyatrosu olacak, birlikte öğrenip, birlikte yanlışlarımızı düzeltmek yerine yeni yanlışlar ekleyeceğiz. Bizim farkımız bu olacak. Yanlış yapmadan nereye kuruyorum tiyatroyu ben?
 İki kalas bir heves... Bizde ki daha çok heves ağırlıklı. Kalasımız yok. Her gece bir oyun düşünüyorum. Türk tiyatrosundan önemli yazarların bildiğim eserlerini yazan-bozan ilişkisi ile yeniden yorumluyorum. Metine hiç karışmadan, kafamda şu şöyle olmalı, bunu daha da nasıl basitleştirebiliriz diye kafa yoruyorum. Düş. Hayali bile biraz zor olduğundan çok vakit alıyor, bakıyorsun gün ağarıyor, bol kitaplı çantayı takıyorum omzuma, apartmandan çıkarken her gün değişik bir hava durumu sunan sürprizsever İzmir atmosferine karışıyorum, otobüs beklemeye koyuluyorum. Sonra da fark ediyor insan; zaman. Yirmi dört saat bazen yetmiyor. Hayaller için ulu manitudan uzatma dakikaları istenebilir, o bunu nasıl karşılar şuan pek düşünemiyorum.
 Oyunlar oynanıyor kafamda, oyuncusuz. Siz de durumu idrak edebilirsiniz ki hiç oyunculu tiyatro görmedim ben. Oyunculuktan izlediğinden başka zerre anlamayan bir adamın tiyatrosunun olduğunu da. Elbette tarihte böyle boş girişimler olmuştur ve fakat biz o tarihi incelemeyi hiç istemiyoruz. Ümidimizi kıracak bir dalga istemiyoruz hiç dalgasız düşümüzde.
 Derken yeni yönetmeliğe göre amatör tiyatroların oynamak istediği oyunlar için telif ücreti ödemesi gerektiği aklıma geliyor. Hiç oyunculu, kalassız tiyatrom için hevesim kaçıyor. Bir hikaye okuyorum, keyifleniyorum. Yazasım geliyor. Sabah okul olduğunu aklıma getiriyorum, yazasım kaçıyor. Yeni yönetmeliğe takılıyor tiyatrom.
 Tiyatroyu daha fazla öğrenmeliyim düşüncesiyle okuyorum yeni yönetmelik sorununun çözümüne kadar. Konservatuarda okuyamayan biri olarak kitaplardan yardım almaya çalışıyorum. Bu konuda Bertolt Brecht, Haldun Taner, Ferhan Şensoy, Civan Canova yardımcı olmaya çalışıyor, fakat metinlerden ziyade daha teknik şeyler okumalıyım. Yazarların yanı sıra bir profesyonelden yardım almam gerek. Denizdeki düşüm hareketleniyor.
   Türk tiyatrosunun ve Yeşilçam'ın yaşayan en büyük oyuncusu Münir Özkul'un sözleri kulağımda yankılanıyor:
 "Yaşam dediğin nedir ki, biraz iniş, biraz çıkış ve koskoca bir heves."
 Denize bakmayı sürdürüyorum, iskele üzerine dizlerimin üzerine çöküyorum, düşüme iskele üzerinden uzanmayı deneyeceğim, uzun koluma rağmen zorlanıyorum. Bahar mevsiminde karpuz kabuğunu denize düşürmenin tehlikesini yaşıyorum birkaç sefer. Sonunda erişiyorum düşüme, üstelik sadece sağ kolumu ve biraz da üzerimi tuzlu suya karıştırıyorum. Tiyatro girişimimin içinde zulalandığı düşümü alıp, deniz kenarındaki balıkçının yanına gidiyorum. Oltasını uzatmasını rica ediyorum, adam sorgusuz-sualsiz veriyor elindeki uzun oltayı. Çekiyorum. Ucuna bir balık takılmış, adam görüyor, seviniyor, elimin şanslı geldiğini belirtiyor. Tamamen balığın salaklığına veriyorum durumu, şanssız bir insan olduğumu söylüyorum. Çırpınan balığı elimle tutamıyorum, taburesinden kalkıp oltaya yöneliyor, plastik bir kovanın içindeki yapay havuzda yüzen solunması güçleşen balıkların içine atıyor çıkardığı balığı. Onlara denizden haber getiriyordu balık, balıklar oralı olmadı, tek dertleri solumak, biraz daha yaşamak.
 Olta ucu boşalıyor, yeni yem takmamızın gerekliğinden söz açıyor balıkçı.
 -Gerek yok. diyerek şaşırtıyorum onu. Adam ne tür bir adama çattık diye kaşlarını çatıyor. Oltanın ucuna kenarda kurumuş düşümü elimle buruşturuyorum, top haline çeviriyorum, iğneye takıyorum. Adam dikkatli dikkatli beni izliyor. İskelenin ucuna yürüyorum tekrardan, maksat daha ileri göndermek oltayı. Biraz daha derin yerlerdeki daha büyük balıklarla buluşturmak düşümü. Sallıyorum tüm gücümle oltayı, oltanın misinasının ufak ufak hareket etmesini bekliyorum. Hareketi hissettiğimde olta hafifleşiyor, seviniyorum. Birden fazla balık olabilir düşümü çekiştiren, sonunda başarılı oluyorlar, daha derin sulara götürüyorlar düşümü, girişimcilik düşümün içindeki tiyatromu, tiyatromun içindeki kalassız hevesimi... Gün gelir, bulurum götürdüğü yerlerde ki parçamı.

8 Mart 2013 Cuma

Eli Kalemli Adam


 Elini dosyasına attı, eline kenarlarından kıvrılmış bir sayfa kağıdı aldı, kıvrılmış taraflarını tersine doğru katlayarak düzeltmeye çalıştı. Başarılı olamayınca eline bir kurşun kalem aldı, kağıdın kıvrılmamış taraflarına kalem ile soyut kıvrılmalar çizdi, diğer çizilmiş kağıtların üzerine koydu. Kıvrılmış tarafların yalnızlığını öldürdü adam. Polis, yargı, toplum karışmıyor böyle cinayetlere.
  (Fotoğraf : Ara GÜLER)

1 Mart 2013 Cuma

Bulutlu Yazı

 Şehir kalabalık ve bir o kadar da hüzünlü gözüküyordu bulutlar altında kalan Karşıyaka'ya karşı... Karşıyaka bulutlara teslim olmuş, üzerine yağmur değil de kötülük yağarcasına kapanmış, kendini korumaya çalışıyor gibi... Bir an olsun güneş yüzünü göstermeye, bulutlara karşı zafer elde etmeye çalışsa bulut kütlesi aralarında toplanıp, birleşiyor, güneşe karşı verdikleri bu savaşı geri kazanıyorlardı.
 Karşı taraftaki bulut kümelenmesi şehrin güzelliğini mahveden beton yığınlarına karşı mücadele etmek istercesine Konak-Balçova tarafına taarruz ediyordu.
 Buca taraflarının bu savaştaki akıbetini henüz bilmiyorum.
 - Buca'da hava nasıl? Bulutlar? Bulutlardan söz et bana! diye telefon açsam birine, saçmalama mınakoyim! diyebilir. Onlar yağmuru bir çatı altında veya ellerinde şemsiye varken severler. Yağmur yağsa da uyusam parlak zekalı insanlardır onlar. Ruhlarını uykuya teslim etmeden önceki sessizlikten hoşlanmayanlar.
 Hava durumuna göre Mikail'in askerleri kuzey marmarayı fethetmiş. İslami basın haberi böyle verirken; mitolojiyi körü körüne benimsemiş küçüklüğündeki Herkül çizgi filmini kaçırmayan kanal sahibi: "Zeus'un bugün üzerine varılmıyor..." anti-tezli savunma yapamıyor. Poseidon'un sinirli bir hareketle aniden yere ayağı ile vurmasıyla bir armatörün ticaret gemisinin batmasının hesabını kimseye soramadığı gibi. Yitirilen canlar onun umurunda değil, o batan gemini mallarına üzülmekte. Merkez medya olayı; "Balkanlardan gelen yağışlı hava kuzey marmara başta olmak üzere tüm yurdu esir altına alacak. Karadeniz'den hiç bahsetmiyoruz, orayı zaten sel götürüyor..."
 Yeryüzüne bir damla düştüğünde topraktan aniden çıkan, ellerindeki karton kutuda beliren şemsiyeler ile birlikte bir örtü olan elleri şemsiyesiz şemsiyeci amcalar köşe başlarında beliriyor. Tek kullanımlık şemsiyeler on lira! Kullan-at olan bu şemsiyeleri satıcısı iyi bir pazarlama taktiği ile tek kullanımlık olduğunu söylemiyor tabii ki. Oluşması için sadece bir yağmur damlası yeten eli şemsiyesiz şemsiyeli amcaları zabıtalar elleri şemsiyesiz olduğu için mi sevmezler, rahat vermezler? Bu bir çeşit kıskançlık da olabilir. Ya ve da ayrı otorite eksikliği düşüncesi, yukarılardan gelen otoriter rejim isteği. Çeşitli üniformalar ile toplum huzurunu bozan tipler haline gelenler var: Eli sadece şemsiye, torba tutacak olan insanlar da sırf bu yüzden cop tutup, öğrencilere vuruyor, elleri flamalılara özellikle.
 - Flamanın sopası var amirim! Plastik bir de... Vurmaya kalkarsa kolumuz kabarır...
 Üniforma sevdasının pezevengi koltuk sevdası olmasaydı ressam paşa darbe yapmasa idi şuan eli Dostoyevskili öğrencileri daha fazla görmez miydik? Yağmurlu günlerde kitapları ıslanmasın diye çabalayan öğrencileri...
 Bir kız giriyor kütüphane kapısından, okulun tuvaletindeki hareket sever musluklarda duş alma gibi bir deli saçması sergüzeştine sığınmadıysa eğer yağmurda ıslanmış belli. Elindeki edebiyatdışı kategorisindeki diz üstü edebiyatı diye kendine yer edinmeye çalışan sikimsonik kağıt ziyanını yan sıramdaki masaya koyuyor, masaya konulduğunda sesinden anlaşılan bol eşyalı kız çantasını sağa doğru çekiyor.
 Ben de Ressam Paşa'ya selamlarımı iletiyorum. Bir bulut okulun üzerine düşüyor, sanırım güneş açacak.