6 Ocak 2016 Çarşamba

Asansör


Yazıyorum, siliyorum. siliyorum tekrar yazıyorum. kağıt bomboş bakıyor suratıma, kağıt da ne bok yiyorsun diyor, bilmiyorum diyerek savuşturuıyorum onu.
Asansörler, bir çıkıp, bir iniyor. Türlü insanlar içlerinde. Düğmelere basma derdinde, Hedefine ulaşabildiğin en somut kavram asansörler. Makina, insan işi. Fakat insanlar gibi reddetme lüksü yok, basıyorsun, iniyorsun. İstediğin yerdesin.

İstediğin yere gidebileceğin insanların olması güzel olurdu sanırım. Tabii ki de asansör arkadaşlarından bahsetmiyorum. Asansör tamamen düşten ibaret. Uzun bir yolculuğa çıkmışız, radyoda şehirler arası program yapan karınca cızırtısı. Sen bir şarkı seçiyorsun, yuvarlıyorsun yuvarlak cismi incecik kutuya.

Bir şarkı çalııyor, notalar etrafa yayılıyor, önünü göremez oluyorsun. Birkaç kez kaza tehlikesi atlatıyoruz. Birlikte. Birlikte bir macera yaşadık diyoruz, Pilli Bebek çalıyor. Pilli Bebek ile anılarımız çok garip. İnsan Pilli Bebek konserine gittiğinde utanç duymamalı diyoruz, gülüyoruz hep birlikte. Pilli Bebek'ten Bak çalıyor, arka koltuğa kuruluyor Amirim, -ne işim var la burada?- demeye kalmadan sakallı çocuk bir bira çıkarıyor siyah torbadan. Siyah torbanın içerisine kaçan notalar bira şişelerinin şıngırtısı ile resital vermeye başlıyor. Amirim, la siz yine çok mu içtiniz diyor, arabayı kullanan biraz şekerlik olduk diye cevap veriyor.

Antalya'ya gitmeye karar vermişiz, dışarısı eksi bilmem kaç derecede. Antalya'nın hayatımızda pek bir yeri yok. İlkokulda bir gitmişliğim var, buralar çok değişmiş geyiğine giremiyorum bile. Biz içmeye devam ediyoruz. Bir yol hayalini gerçekleştirmenin sevinci var içimizde.
İleride bir çevirme var. Bir polis kapımızı çalıyor, hangimiz kapıyı açmalıyız diye düşünürken bir kahkaha atıyoruz. Kahkahanın içerisinden, arkama dönüp nasılsa Amirimin bizi oradan -fırt! diye kaçırabileceğini düşünürken, Cd çalarda Pilli Bebek susuyor. Amirim bırakıp gidiyor bizi.
Sizin ne işiniz var Antalya'da diye soruyor çevirmedeki çevirmeci polis. Çok meraklı olduğunu öğreniyoruz, akabinde -büyük olasılıkla- ehliyet ruhsatı da soracağını düşünsek de böyle olmuyor. Sakallı çocuk, şişeyi elinden düşürmemekte kararlı. neyse ki arabayı o kullanmıyor, o arkada Yüzüklerin Efendisi'nin en sevdiği sahnelerini izliyor, Amirimi hala yanında zannediyor. Ona birşeyler anlatıyor. Ağbi, gece uzun, mevzu derin, konuşçaz! desene diyor, Ses alamayınca dönüp onun orada olmadığını fark ediyor.

Gökyüzü aniden düşüyor. Yıldızları eze eze gdiyoruz, Antalya'da bir ofis arıyoruz, ofise çiçek bırakmak gibi gizli bir görevimiz var. Çiçeklerimiz solmasın diye ufaklık son sürat gidiyor, Çiçekleri kime bırakacağımızı soruyorlar, o  arada Hüsnü Arkan'ın Kırık Hava'sı çalmaya başlayınca yoldaki yıldızlar da sönmeye başlıyor. Sakallı çocuk yere düşmüş dolunaya bakarak Tatooine'e gelmiş olabileciğimizi düşünüyor, onun tek derdi var. Luke Skywalker'a lightsaber'ını vermek. Doğal'ın hiç o o taraflarda bir bezi yok, o yine birileri tarafından dürtülmüş, zorla çıkarılmış, Antalya'ya kadar gelmiş. Kendi kararlarıyla ilgili biraz sıkıntıları var. Karar veren değil de verilen oluyor. Uykuya dalıyor, araba kendi kendine gidiyor. Bir damla kadar arabası. Bir kadının gözyaşı kadar da olabilir.
Kırmızı paltolu bir kıza rastlıyoruz. Kırmızı paltolu  kız merdivenlerden hızlıca yukarı çıkmışçasına nefes nefese kalmış, ne olduğunu soruyoruz, söylemiyor. Ağlamaya başlıyor. Gözyaşları kuruyor, pürüzsüz tenine çil olarak armağan oluyor. Ağlamaya başlayınca, kendimizi tutamıyoruz. O kızın orada neden olduğunu bilmiyoruz. Elimizde çiçekler var.

Çiçekleri vermemiz gereken bir kız. Ağladığı için çiçeklerden birini kendisine armağan ediyoruz, Kız oralı olmuyor pek. Sakallı çocuk bir şeyler çizmeye başlıyor. Sakallı, hayatının kalan kısmında hiçbir şey yapmayarak, sadece Tolkien okuyarak geçirme taraftarı. Birkaç sevdiği dizi var, onlardan bahsetmeye başlıyor; kız gülümsemeye başlıyor. Edebiyat sevgimin şuana kadar bir avantajı olmadığını düşünerek takılıyorum, Başkan diye hitap ettiğim sakallı çocuğa. Başkan kız yanında bulundurduğu eskiz defterinden sayfalar yırtmaya başlıyor, Gecekondu inşa eder gibi çalakalem giriyor inşaata. Kızın sevdiği bir dizideki haritadan esinlenerek bir maket yapıyor. Kız daha çok gülmeye başlıyor. Seviniyoruz. Kızların güldürülmesi gerekirken neden ağlatıldığına anlam veremiyoruz. Bir bira daha içmek istediğimi belirtiyorum, Sakallı çocuk Amirin hepsini silip süpüdrüğünü, yerine bir tespih bıraktığını söylüyor. 

Bir asansör karşılıyor bizi, aracı park ettiğimizde, basıyorum asansörü çağırma tuşuna, elinde temel sanat dersinden kalma saçma-sapan, eğir-büğrü kesilmiş küpler. Küplerin içerisinde kaygı ve hüzün dolu. Onları taşımanın yükü yormuş, her halinden belliydi.
Bir ofise çıkıyoruz,çıkıyoruz, çıkıyoruz... Düzlüğe çıkamadığımız ortada. Stresli bir ortamı selamlıyoruz. Sağda-solda bina maketleri, sanırım bir mimarlık ofisindeyiz diyor ufak boylu kız. Sakallı çocuk arabada kızla konuşuyor, umarım sadece konuşuyordur diye iç geçiriyorum.
Birini soruyoruz, sorduğumuzun ismi yok. İsmini Ülkü Tamer'in dizelerinde ve Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler isimli öykü kitabında saklamışız. Kitapları açmaya açmaya ismini unutmuşuz, Çiçeklerin üzerine sapsarı bir kart iliştirmişiz, sapsarı kartta daha koyu sarı renkte çeşitli logolar.
İstanbul'un mavisi ile İzmir'in mavisi çok farklı, ikisini bir araya getirip bir de sustuğumuz kelimeleri eklemişim. Tarif ediyorum, bir gülse diyorum, Arzu Film'in Neşeli Günler'ini tekrar izlemiş gibi hissedersiniz diyorum. -Haaaaaaaa! diye gayet öküzvari bir cevap alıyorum, Hiç muhabbet edilmeyen ortamda öküzvari adam -Öğle arasına çıktı, gelir şimdi.- diyor. Nereye gittiğini soruyorum,  tam olarak bilmediğini, yakındaki bir okula gidebileceğini söylüyor. Çiçekler git gide soluyor,
Yakındaki ilkokula gitmek için asansörü çağırıyoruz. Asansörden bir tip iniyor. Ufak boylu kıza yirmi sayfalık bir mektup veriyor, kız şaşırıyor, gördüğüne sevinmiş gibi bir hali yok. Yani ben öyle hissetmiyorum.

Hep birlikte aynı asansöre biniyoruz, tek kelime edilmiyor. Bir kelime edilse sanki asansörün yükü ağır gelecek, ve aşağı çakılacakmışız gibi.

Çocuk bir bilet gösteriyor tek kelime etmeden, gidiyor. Ufak kız ile biz arabaya yöneliyoruz. Arabadaki sakallı çocuk - O da gitti be Başkan! diyor. -Bu sefer gelmişken gitti.-
Kız gittiği gibi maketler eski haline dönüşüyor, basit kağıt parçalarına. Çiçekler solmadan gidilecek adresimizin olduğunu belirtiyorum, hüzne vaktimizin olmadığını belirtiyorum. Bencilce hareketim için kendi kendime küfürler hazırlıyor, üst-üste sıralıyorum, kimse duymadan.
Küçük araba ile dar yollardan geçiyoruz, Yollar yollara bağlanıyor, Bağlantılı yollarda ufak boylu kız ile sakallı çocuk bağlantısız kalmış, boşlukta hissediyorlar. Ben bir şey hissedemiyorum. Hiç böyle bir işe kalkışmamanın bir heyecanı var sadece üzerimde.

Sora sora öğreniyoruz okulun yolunu, okula yaklaştıkça solan çiçekler canlanmaya başlıyor. İnce boyunlarını kaldırıyor, Yolda ezerek geçtiğimiz yıldızlardan birine rastlıyoruz, okul kapısında bir Joseph Barbara çizgi filmi gibi bir köşesiyle bu taraftan işareti yapıyor. İnsan içi sıkan koridorlar aydınlanıyor, merdivenlerden kahkaha sesi geliyor, yıldız zıplamaya başlıyor, Çiçekler canlanıp, parlamaya başlıyor. Murat Onbul kliplerindeki gibi ışıklar patlıyor sağdan soldan, onu görüyorum. Çiçekler elimden kaçıyor, bizimkiler arkada saçma bir sırıtışla bakakalıyor. Yıldız da çiçeklerin arasına karışıyor, sahibine koşuyor.

"Daha çok tanımaya geldim." diye bir ses yankılanıyor koridorlarda, ağzımı kapıyorum, kelimeler sağa sola çarpmaya devam ediyor. Kıvrılmış, içerisinde sapsarı logolar olan kağıtları görünce kız daha bir gülüyor. Gülmek en güzel fiil, sevilmekten sonra.
Yazdan kalma bir İstanbul düşüne uyanıyoruz, asansör birinci katta durduğunda, bütün gece proje için sabahlamış, kayda değer bir bok çıkaramamış gözlerimi açıyorum okulun meşhur kırmızı koltuklarında, gözleri gülüyor, arkadaşları ile yürüyüp geçiyor, her zamanki gibi.

Asansörlerin yarı aydınlık, etrafı demir kaplı binanın içinde kendi kendine açılıp kapandığını, bir an mavileşerek, kat kat denizin dibine battığını, denizin tüm güzelliğini yaşayabilmeyi düşlüyordum. Bu düşler, dışarıdan gelen saçma sapan gürültülerle kırılıyor, yok oluyordu. Masmavi deniz, büyük bir hayal kırıklığına dönüşüyor, etraf çamurla kaplanıyordu. Düşleri elinden alınan, düşlerini bırakmak durumunda kalan insanları, o düşleri neler uğruna terk ettiklerini düşünüyordum. Belki de aradığın asıl mutluluk budur. Düşlerinden sıyrılıp, gerçek hayata odaklanabilmek. Çok karışık kafanı bir omuza dayandırıp, bir şey aramaya çalışmadan, kaygısız bir şekilde sadece o anı yaşamak. Bunun da bir düşten ibaret olduğunu düşününce kendi karmaşıklığınızda kaybolup, tekrar o düşler denizine kaçıyorsunuz. İçinden deniz geçen bir şey ne kadar kötü olabilir ki?
Düşler kaçıştır, mutluluktur. O kaçılan en güzel yeri gerçekleştirebilen mutluluk sahibi oluyor. Mutluluk somut bir kavrama, düşlerini izleyebildiğiniz biri olduğu sürece dönüşebiliyor.
Vinyet: Oğulcan Köstenoğlu

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder