siyah beyaz bir veda;
edebiyat antolojisine bir türlü alınmayan ve fakat boyu kadar yazın dünyasına eserler vermiş ustam şensoy ferhangi şeyler'in bir kaydının sonunda şöyle bir tirad atar "bir çocuktu sizinle konuşan, 7 ile 37 yaş arası. zaman zaman 7, zaman zaman 37, zamanlar arası kah 17 kah 27 ama giderek konuştukça 107,307,1307..." ve eşrefoğlu rumii divanı'ndan bana derdin manzumundan uyarladığı şarkıya girer.
hep bir senaryo dolaşır film çekme özlemiyle değişik limanlara yelken açan heves sahibi insanların kafalarında. bu senaryoyu başarılı bir yönetmenin eline teslim etmek isteyerek prodüksiyon kapıları aşındıran senaristler vardır. olumsuz yanıtları bir bir suratının belirli bölgelerine birden fazla yiyen senaryosunu filmleştiremeyen senaristler, rüyalarında yönetmenliğini yapar öyküsünün; bütçe de gerekmez buna. düşlerinde oynattığı oyunculara para da vermezler; başvurduğu müzikler için telif ücreti de... bir rol için haluk bilginer'i düşünürken diğer bir rol içinse morgan freeman'ı seçebilir. morgan freeman'ın dil sorununu da dublajda nur subaşı çözebilir. john williams da bu filmin müziklerini yapar ki hayaldir olabilir.hayallerini gerçekleştiremeyen adamlar başkalarının gerçekleştirdiği artık yaşamları olan hayallerine sarılırlar. bağlanırlar.
işte bu ve fotokopisi düşüncelerle, herhangi bir yazarın öyküsünde ancak yoldan geçen adam veya barda oturup biranın köpüğünde yüzmeye çalışabilecek ben, ahmet mümtaz taylan'ın da dediği gibi -yazanlık yapmaya başladım burada: cuma günleri son ders zili çaldığında ki hafta sonunu kucaklayan çocuk hevesiyle yazdım sayfalar dolusu gereksiz vuruşları. etkileyici olduğunu düşündüğüm dizeleri, cümleleri yazarlarından habersiz hayran-i arak şeklinde hırsızlığa da başvurmadım değil(!) insanlar güzel şeyler okusun diyerek. bunun cezası yoktur ulu manitu'nun gözünde.
hayaller önemlidir çocuklar için. çocukken iyi saklananlar, hep çocuk kalırlar diyor vedat özdemiroğlu. hayallerimizin ağırlığı başımızın üzerinde yer alan düşünce balonunu yırtmış olacak ki yeni şeyler taşıyamaz olduk o balonda. zamanın tehlikeli bir getirisi olan bencillik hissi ile paralel gelişen değersizlik hissi de bir virüs gibi bulaştı balon içindeki yazılanlara. bir bahane olarak bu yaşta; anlatacaklarımız bitmiştir ya da anlattıklarımızın kendimize bir faydası olmamıştır ki okuyucuya bu ve bunun gibi boş metinleri okutmaktan sıkılmışızdır, belki de kendimizden sıkılmışızdır.
bir süre daha yere paralel gittikten sonra, yazarak hayatımızı değiştirebildiğimizi anladığımda, yükselirken çıkarım karşınıza. tekrar sarılırız okunmayan yazılarımıza okuyan birkaç kişinin verdiği -yaz duygusuyla, yaz sıcağında bile. kim için yazdıklarımıza. senyor kesada gibi uygun bir anı kovalarız yel değirmenlerine karşı mücadele etmek için hiç rüzgarlı bir sabahı bekleriz birlikte. yeni bir adreste samimiyetin hastalık olduğuna inandırmaya çalışsalar da yine aynı samimiyetimizle çıkarız karşınıza pazarları sevmeye başladığımız zaman. bu zaman zarfı içinde gözleri başka bakan tanıdığım okurları konuk ederim eser diyemeyeceğimiz öykülerde dosya kağıdının içinde yazılı şekilde, orada konuşuruz sizle, sizden habersiz.
“bir şey sunulmuştu bana, bir hediye, bir meyve. ama ben o meyveden tadamadım, gök erik gibi kaldı avcumda dünya. şimdi ben uykusuzum, yalınayağım, kendimle meşgulüm. kapımın önünde boş peynir tenekeleri, yağmur suyu biriktiriyorum. kendi kendime, sanatçı tecrübe edinemeyen insandır, diyorum, bu dünyada hiçbir tecrübesi olmayan insandır ama şimdi sen karala bunun üstünü, yırt sen bunu, olmadı çünkü, olmadı işte. nafile.”
gülerek kalın. gülmek, -ebilmek önemli, gülen insanlardan zarar gelmez çünkü.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder