10 Haziran 2022 Cuma

kaç para ulan bir mutluluk faik baba

burası daha çok gece hayıflanan yerler. gündüz bu satırları yazmak geceye ihanet sayılmaz. geceler gündüzler bir bizim için. o yüzden buraya yazma hakkımız var. yoksa da söke söke alırız. ama anca lafta. hiçbir şeyi söke söke aldığımız görülmemiştir.

ibrahim tatlıses'in rakı masasında; önce masayı yıkıp; şöyle kafasını kolona dayacak gibi yapıp fake atarak, faik baba'nın tezgahına gittiğindeki ruh halinden pek farkım yok. biri tek cümle söylese onun yanına gidip ellerimi zemine vurup hönküre hönküre salya sümük ağlayasım var. birileri böyle güya teselli edecek kelimeler ederken zerre dinlemeyip ağlamaya devam etmek. ama biri ses etsin.

"nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. gelsin de nereden gelirse gelsin! bir hişt sesi gelmedi mi fena. geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları." diyor sait faik.

sait faik çok güzel şeyler söylemiş, o mesela teselli etse, insan sümüğünü çeker dinlerdi onu. dediklerini uygular mıydı, uygulayabilir miydi bilmiyorum.

ben üzüntüyle baş edemiyorum artık mesela. sait faik buna ne diyebilirdi. bence pek bir şey diyemezdi. çünkü üzüntü ile başa çıkamadığını anladığın an her şey kapkara. bir şeyleri değiştirmeye çalışıp; değiştiremediğindeki karanlık hissiyatı gibi. içini kaplar. sarı sıvılar, beyaz sıvılarla içindeki karalığı boyamaya çalışırsın, anca kesen ve miden delinir.

çok üzülmeyi hak etmiyorum. zaten üzülmek hak edilen bir şey değil, kimse "evet ben üzülmeyi hak ediyorum, ben dünyanın en kötü, haysiyetsiz insanıyım." demez. ama ben derdim öyle biri olsam. siz beni tanımıyorsunuz. sait faik de tanımıyor.

1 Ekim 2017 Pazar

Türküleri Serdim Yoluma


Hepimizin vardır; on parmakla klavyeden çatır çatır gelen seslerle motive olup, yazmaya devam etme isteği. Anlattıkların, anlatacakların önemli gibi gelmez sana, yazmayı bırakıp; birkaç başka şeyle uğraşıp devam edersin. Devam ettikçe yazar, kelimelerin boyunu geçer, arkaya şarkılar çalar. Yazarken dinlenebilecek şarkılar var, size yardımcı olacak. İlham perisi denen çalışma şevki.
O şevke tutunup; en iyi olmak için çabalarsınız. İkinciliktense sonunculuk her zaman daha iyidir biz Dostoyevski sever bünyelere göre.

İyi olmak için sürekli beslenmek gerekir. Beslendiğin gıda, senin gelecek yaşamında; hayatını satın alacağın mesleğinle doğrudan alakalı olmak zorunda değildir. Sadece Ogilvy'nin öğretilerini, Sir Hegarty'nin yaratıcılık hakkındaki yazınlarını okuyarak iyi bir reklamcı olamazsınız. İnsanları ancak Haldun Taner, Sait Faik, Dostoyevski okuyarak daha iyi tanırız. Grafik tasarımdaki boşlukların değerini, yalınlığın o muhteşemliğini Çehov okuyarak da özümseyebilirsiniz.

Edebiyatın bireysel gelişime katkısı yadsınamaz bir gerçek. Modern şarkıları ve geleneksel türkülerimizi edebiyatın başarılı örneklerinden saymalı. O notalarla yüklenmiş sözlerin altında ezilmek; sürekli ezilen bünyenizin hoşuna gitmeye başlamıştır. Dara duran bedenler bu acıdan beslenir, büyür. Büyüme, kadınları, hayatı ve ölümü yaşadıkça devam eder. Ölüm sessizliğini bir ağıt böler, sözler notaları deler geçer. Fakat her an ölüm haberi gelecek bir evde asla müzik olmaz, ses olmaz. Telefon sesi beklersiniz. O an sen kendinlesindir. İki ay boyunca, ses olmayan evimizin sessizliğini bir kulaklık yardımıyla bozduğumuz günler yakın, o duygular uzak. Doğu Türküleri.

Ezginin Günlüğü'nün günlüğümüzde yeri ayrı, üç albümü bizim gecemiz. Gecemiz bizim kendimize zaman ayırabildiğimiz, özgürlüğümüz. Bu yüzdendir ki iki ayın sonunda sarıldığımız tek ses Hakan Yılmaz'ın vokali. Ezginin Günlüğü dendiğinde akla değil, yüreğe düşen ilk isim onunki. Günlüğün o hüzünlü notalarıyla birleşen biraz davudi, biraz boğuk fakat fazlasıyla hüzünlü bir kadife ses yaşamımızın her döneminde bizimleydi. Hakan Yılmaz'ın grupla yollarının ayrılışı ile vokali yüklenen Emin İgüs gerçek Ezginin Günlüğü sesini bir şekilde korumaya çalışsa da onun da ayrılışıyla grup farklı bir yola girdi, kıymetlimiz olarak kaldı.

Yıllar yılı Hakan Yılmaz'dan bir ses bekledik, beklediğimiz ses onun ve günlüğün sesiydi. Yılmaz'ın aynı zamanda akademik bir kariyeri olduğundan -bilmiyorum, belki de ondan çekip gitti bunca yıl hayatımızdan- verdiği derslerle ilgili notlarının da yer aldığı bloguna bir gün bir albüm haberi müjdeledi. Hüzünle yatıp kalkarken Ezginin Günlüğü bize eşlik ettiğinden bu habere ben ve bizim hüznümüz çok sevindi, e-posta yazma fikri gelişti. Hiçbir cevap beklemeden. Elli kere okudum yazdığım metni, içten bir mesaj yazmak en büyük isteğimizdi. Reklamcı olacağımızdan; yazın hayatımızı kendi sesleri ve arkadaşlarının notaları ile beslediğimizden bahsettik. Bu albüm bizim için çok önemliydi. Grafik temelli bir bölüm okuduğumdan; hiçbir çıkar beklemeden albüm tasarımını yapmak istedim. Çünkü bizi dinlediğimiz müzikler, okuduğumuz kitaplar büyüttü.

Sen Yoktun, yıllardan sonra satın aldığım tek albümdü, beklediğim müzik döndü diye sevinirken; o müzik fazlasıyla değişmişti. Doğu ezgileri yerini batıya bırakmıştı. Hakan Yılmaz vokal tekniğini de değiştirmiş gibi geldi bize. Belki bize öyle geliyordur, müzik konusunda size akademik bir dille yazamayacak kadar sağırım. Sen Yoktun bizim için Hakan Yılmaz'ın müziğine yeni bir girişti. Sözlerin şairaneliği harikulade, Sen Yoktun haricindeki şarkılarda o aradığımız hüznü bulamamıştık. Fakat albümü dinleye dinleye sindirdik, adeta eskittik. Sabah üniversite yollarını aşındırırken, toplu taşımanın zorluğuna Sen Yoktun albümü ile katlandık bir sene boyunca. Yol Bitti, Al Götür Bizi ve Yok Bu Şehirde bize hep bir gitmeyi aşıladı, her zaman gidilen taraf olmanın verdiği ezik büzük fikrimize. Albüm tam bir yol albümüydü, uzun bir yolda birden fazla kez dinlenilmesi gereken bir albüm. Belki de Hakan Yılmaz bu değişimi bu yol şarkıları ile bize anlatmak istemişti, bilmiyorum.

Kiminle yalnız kaldıysam, konu türkülerden açıldığında hep Hakan Yılmaz'ın ve Ezginin Günlüğü'nün şaheseri Doğu Türküleri albümünden bahsettim, oradan türküler dinlettim. Ben Hakan Yılmaz'dan güzel Dağlarda Kar Sesi var yorumuna rastlamadım, o türküyle hiç gitmediğim Şavşat'a aşık oldum. Gidesimiz geliyor her dinleyişimizde, bizim hep gidesimiz var da yolların buna niyeti hiç yok. Yeni yerleri öğrenme; yeni duyguları yaşamak için hep Hakan Hoca'dan bir türkü albümü  haberi bekledik. Hakan Yılmaz'ın yeni albüm haberini çok geç aldım, Usta Türkülerle Yeniden deyip; girmişti müzik dostu Kadir Şan Tarhan ile birlikte yine kayda, yepyeni türküler dinlemenin heyecanı bıraktı bize, beklemenin de dayanılmaz yoruculuğunu.

Türkülerin kültürümüzde yeri ayrı. Biz iyi insan olmaya çabalarken; aklımızda hep bir türkü, kişisel gelişimimizde yeri ayrıdır bu duygu yazıtlarının. Her ne kadar çok farklı bir müzik zevkimiz olsa da türküler yalnızlığınızın sarıldığı tek şey, kendi ezgilerimiz. Türkülerle Yeniden, daha önce Ezginin Günlüğü ile birlikte seslendirdiği yedi türkünün yeni bir düzenle seslendirilmesinden, üç tane de ilk kez yorumlanan türküden oluşuyor. Doğu Türküleri'nin o sevdiğimiz 'kavuşamamadan kaynaklı hüznü' bu albümde yok, Hakan Yılmaz'ın vokalinde sevdiğimiz o eski hüzün yok. Kirlilik yok. Kayıtta kullanılan tekniklerle birlikte türküler daha durulaşmış, vurmalı çalgıların yoğunluğu çok güzel bir atmosfer katmış. Türkülerimiz de modernize olmuş, her bir yorum birbirinden kıymetli. Kültürünü hiç bilmesek de Alevi deyişlerinin beni fazlasıyla etkilediğini söyleyebilirim. Hazreti Şahın Avazı türküsünün bu denli güzel yorumunu daha önce hiç dinlememiştim, o kadar çok yakışmış ki Hoca'nın sesine..

Azerbaycan ezgilerini Hakan Yılmaz'dan dinlemenin keyfi başka, Dut Ağacı eskisi kadar duygu yüklenmemişti derken; Hakan Hoca türkünün ağıt kısmında bizi kolumuzdan çekerek Doğu Türküleri yorumuna geri götürüyor, bizi orada bıraksa kalırız istediğimiz kadar. Tıpkı Gule'de bir zamanlar çok sevdiğimiz kadının ilk ve son kez dizimizde yatıp film izlediği günlere bizi götürdüğü gibi. Müziği bu yüzden de çok seviyoruz; hiç biletsiz çok yerleri dolaştırabiliyor. Trenlere kaçak binen yolcu heyecanıyla. Dinlediğiniz anda, sizi en sevdiğiniz yere götürüyor; orada kalmak için bir kez daha dinliyorsunuz, bir kez daha. Sonra da bir bakmışsınız ki orada kalıyorsunuz, kalmışsınız. Herkes gitmiş, siz oradasınız.

Le Hanım, babamın da gitmeye çalıştığı uzun süreli bir yolculukta, vazgeçtiği; bilincinin açıldığını öğrendiğimiz vakit; gece dinlediğim ilk türküydü, sessiz sessiz yaşlar dökmüştüm o türkü ile ayın aydınlattığı yastığa, mutluluk gözyaşı, üzerine de bizi her daim garip bir buruk sevince gark eden Dağlarda Kar Sesi var. O yüzden Le Hanım'ın bu albümündeki yorumu benim için ayrı önemliydi, Le Hanım duymak istediğim gibi başlıyor; gelenekselleşen haliyle, devam ediyordu.

Türkülerle Yine Yeniden albümünü iple çekiyoruz. Bir de Sabah Türküsü albümünün o eşsiz atmosferini yeni şarkılarda yaşayacağımız bir şarkı albümünü. Hayattaki en büyük dileği sağlığın yanında Ezginin Günlüğü'nün o efsanevi kadrosunu tekrar bir arada görmek isteyen bir kişiyi kim neden üzsün? Umarım Hoca da üzmez, bizi çıkardığı o yol şarkıları ile eskiye döner, eskiler bizim yaşanmışlıklarımız, bizi büyüten, bizi yazdıran şeyler.

26 Haziran 2017 Pazartesi

Boşluk Eskisi

Bir hikaye yazdım, sonunu açık bıraktım. Girebilenler rahat çıkabilsinler diye öyküye, öykünün sonunu bıraktım okuyucuya; istedikleri gibi bitirsinler diye.
Hikayenin karakterlerini yazmadım; insanlar kendi karar versin kişiliklerine diye. Dört bir taraf boşluk, boşluklar uzayda yer kaplar; sayfalarda bir şey ifade etmez.
Teksir ettim bütün boşlukları; dağıttım dört bir tarafa; almadı kimse bakmadı içine. Bir eski kahveden çıktı bir aktör eskisi; topladı yaşanmışlıkları başladı sahnelemeye caddenin ortasında. Toplandı kalabalık; başladı alkışa. Alkışlar yükseltti aktörü, performansını en yükseğe çıkardı, tiratları birbiri ardına sıraladı, sahnede gençleşti. Metnin sonunda yazdığı gibi astı kendini bir yükseğe; halk önce alkışladı, sonra ağladı. Aktör selamlayamadı halkı, Azrail aldı götürdü. Öldüğünde cebinden çıktı arkasında 1968-Hamlet yazılı fotoğraf, bir de mutlu gülümseme.

10 Nisan 2017 Pazartesi

Bensiklopedi Roma Rakamları ile On Dört


- Güzel müzikler olmasa hayat biraz daha gri olurdu. Güzel müziklere tutunuyoruz yükseklerden aşağı düşerken. Düşmemizi engellemiyor belki ama yavaşlattığı kesin.
- Şarkılar kadınlarındır.
- Bir süredir bir müzik listesi daha oluşturmak istiyorum. Miray'ın işe el atması gerekiyor. Miray işe el attığında; o iş bitiyor. Miray benim gurur kaynağım. Benimle dört sene boyunca -belli aralıklarla- aynı İtalyanca dersine girdi ve fakat şaşırtıcı bir şekilde İtalyanca'yı kıvırdı. Aferin Miray. Beş yıllık serüvende en çok onunla girdiğimiz İtalyanca derslerini özlüyorum. Gerisi boş. Beş sene boyunca iyi ki okul çıkışlarında özüme, evime dönmüşüm. Yoksa çevremle daha fazla vakit geçirecek; şimdi de daha çok hayıflanacaktım yitip giden zamanıma.
- Trt Arşiv yaşamımın son bir senesindeki en güzel şey. Bütün gece oradan oraya! Münir Özkul, Selim Naşit Özcan, Haldun Taner, Oğuz Aral, Cem Karaca, Barış Manço bütün gece birlikte oturuyoruz, yatma vaktimin gelince de onları nazik bir dille uyarmak istiyorum, kıyamıyorum. Sabaha kadar oturuyoruz, ben uyuyakalıyorum, onlar sohbete devam ediyor, ben de onların anıları ile dalıyorum düşlere.
- Anılarla daldığın düşler daha verimli. Daha pembe. Kara vakitlerin rüyalarından yorulmuş, rüya bakanlığı ile bir antlaşma imzalamış; bu süreçte daha fazla rüya görmek istemediğimi kendilerine bildirmiştim. Çünkü rüyalarımda içinde bulunduğum sosyal statünün tüm göstergelerini yaşıyordum. Bir gün dükkanda bana sahte para kaktıran adamla mücadele ediyor, diğer gün ise elektrik kontağından çıkan bir yangın sebebiyle dükkan harıl harıl yanıyordu. Zaman zaman babam dükkanı denetlemeye geliyor, artan çerez fiyatlarından şikayet ediyordu. Fakat rüya bakanlığı bana yaptığı yanlışı farketmiş olacak ki güzel bir rüya gördük sonunda. Rüyaları tekrar görme şansı yaratılan bir teknoloji geliştirilse en az iphone kadar satardı. Ya da işi metafiziğe havale edip; herhangi bir din veya inanışta aynı düşü tekrar görmenin bir duası varsa onun tanrısına bir kilogram karışık kuruyemişi kurban edebilirim. Hatta işi abartıp; işi dükkanı onun üzerine yapmaya kadar götürürüm. Çünkü yalnızlığın en büyük savaşçısı rüyalar. Hayatında elini tutamayacağın biri ile yan yana yürüyebilir, işi abartıp saçını bile okşayabilirsiniz. Bunun ergenlikte farklı versiyonları da vardı da bu yazıda onlardan bahsetmek istemiyorum. İşin romantizmini bozmamak gerek.
- Komser Şekspir filmini bilirsiniz, Sinan Çetin'in nasıl böyle bir işe imza attığına hala hayretler içinde kaldığımız film. Yalnızdır Kadir İnanır, Atatürk büstünün karşısında öyle bir oynar ki biz etkileniriz. Aynı yalnızlıkla, dükkanda bir litrelik rakı şişesinin karşısında, aynı oyunu oynuyorum. Kızım yerine babamı koyuyorum.
- Bir arkadaşımız var. Arkadaşlarım sayesinde tanıdım, iyi ki de tanıdım. Mezun olduktan sonra da bir dönem okulda çalıştığım sürede kazandığım ender şeylerden. O "Göbekler mutlu anların simgeleri" demiş. Bir katılıyor, bir katılmıyor, daha sonra tekrar katılıyoruz, katılmıyoruz. Mutsuzluktan fazlaca kilo alan biri olarak katılmamak gerekiyor, dostlarla içilen biralara aşk gibi sarıldığımız için de katılıyoruz. Gerçek dostlarla.
- Elli beş bin kere söyledim, yine söyleyeceğim: Gün içinde ne dinlersen dinle; geceyi Sabah Türküsü albümü ile bitirmek gerek. Bir gün, ben büyüyünce bu albümün bir belgeselini hazırlayacağım, kafamızda yıllardır takılı olan 'Ulan bu grup dağılmasa şu an nasıl olurdu?' sorusunu da yanıtlayacağım. Bu konuda bu yazıyı okuyan iki dostum kesinlikle; okuduktan hemen sonra bana mesaj atacak. Adım gibi eminim. Trt Arşiv'de bir programda Bahçedeki Sandal albümünü hazırlayan Günlük'e rastladık. O yılları yaşamalıydım, Günlük'ü canlı, sevdiğim kadınla birlikte dinlemeliydim dedim, arkadaşım "Hangisiyle lan?" diye sorunca baya güldük. Güzel kadınları sevmeyi sevmek kadar güzel bir şey yok, sevilmek sevmek kadar heyecanlı değil.
- Şarkılar açık kalan üzerinizi örtmek için var.
- Benim biricik oğlum Pasör Çaprazı, büyüyor. İlk dişini çıkardı bir ay kadar önce, yavaş yavaş da emekliyor. Yürümeyi de öğreteceğiz. Pasör'ü grafik ve anlatı ile büyütüyoruz, kulağına sürekli iyi müzik çalıyoruz. İyi müzikleri Pasör seviyor, siz de seversiniz.Pasör Çaprazı'na Ulaşmak İçin
- Rapunzel'e selam. Ondan da bahsedecektim de o ayrı bir yazı konusu.
- Hoşça.

19 Kasım 2016 Cumartesi

Gel Bize Gidelim; Brech'ten, Erkal'dan, Daltaban'dan, Tiyatrodan Konuşalım


(Bu yazı 19 Kasım 2016'da  Pasör Çaprazı'nda yayımlanmış, blog için genişletilmiştir.)
   Pasör Çaprazı, okumalık radyo istasyonu olarak çalışsa da bazı zamanlar bizim için önemli haberleri, söyleşileri paylaşıyoruz.

Cumartesi gününü evde geçirmek isteyenlere, keyifli bir söyleşi bırakıyoruz. Söyleşinin altına da uzunca bir not.
   Bizim dostlarımızla oluşturduğumuz bir haberleşme kanalı var. Bu kanalın ismine de "İzlenmelikler" koyduk. Buraya zaman zaman çeşitli içerikleri sürüyoruz, fırsatını bulan izliyor, o an uygun olmayan vakti oluna; o reklam filmini, filmi izliyor. Üzerine konuşabilirsek konuşuyoruz, konuşamasak da ileri bir tarihe erteliyoruz, ertelemelerimiz ayyuka çıktığı vakit hangisini, ne ara konuşacağımızı bilemez oluyoruz, konudan konuya zıplıyoruz, konular arasına bol bol kahkaha serpiştiriyoruz, bu hep böyle sürüp gidiyor.
   Günün anasonlu veya arpalı vakitlerinde ise aslında var olan; gözümüzden kaçan şarkıları keşfettiğimiz vakit oraya sürüyoruz, bu şarkılar günün herhangi bir zamanında bir şekilde hayatımıza giriyor. Bu "İzlenmelikler" bir paylaşım ağından ziyade bir yardımlaşma ağı olarak hizmet verdiğine inanıyoruz. Yardımlaşma şöyle; üçlü arkadaş topluluğu olarak diğerleri gibi bir takım ortak özelliklere sahibimiz; kariyer planlaması da önem sırasında en başı oynuyor. Bu yüzden sürekli izliyoruz, izlemeye çalışıyoruz. İzlediklerimizden ders çıkarmaya çalışıyoruz; birbirimize 'göz' aşılamaya çalışıyoruz.
Bu yardımlaşmayı bu sefer burada gerçekleştirelim istedik. Okulumuzun uygulama ajansı haricinde bir işimiz olmadığından; keşfedecek çok zamanımız oluyor, internetin belki de en önemli özelliği, size uygun olan içeriği zahmetsiz önüne getirişi. Söyleşi programları bizim ilgimizi oldukça çekmekte. Herhangi bir konu hakkında o konunun ustasının konuşmalarını dinlemek bizi kendimizi geliştirmek istediğimiz alanda bir kamçılama etkisi yaratıyor. Bu yüzden biyografik veya otobiyografik eserler kütüphanemizde yer alır. Bugün alanında önemli insanların kulağını çınlatacağız.
   Murat Daltaban'ı birçoğumuz değil; neredeyse hepimiz oynadığı televizyon dizilerinden biliyoruz. Tiyatro ile kendi imkanımız dahilinde haşır neşir olduğumuzdan; kendisinin DOT kurucusu olduğunu biliyorduk. Ve DOT Türkiye'de yerleşmiş belli başlı tiyatro gruplarından sıyrılarak, alternatif tiyatro akımının en önemli temsilcilerinden olmayı başarmış bir tiyatro grubu. DOT, tiyatronun fiziksel ve görsel gücüne fazlasıyla inanmış bir grup olarak; oyunlarının afişlerine de gereken önemi fazlasıyla veriyor. Çalışmalarını bir aşka bakar gibi takip ettiğimiz bir Grafik Sanatçısı Haluk Tuncay'ın Sarı Ay isimli oyuna bir afiş hazırlamıştı, hala aklımızdadır. Sırf bu afişin etkisiyle o oyunu çok izlemek istemiştim, olmadı.
   Geçtiğimiz dönem, Çok Sayın Örnek Alınanlar Listesinde Başlarda Yer Alan Hocam'ın konuğu İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Kültür Yönetimi programında akademisyen olarak çalışan bir hocaydı. Sunumunun bir bölümünde, sanat yatırımlarından bahsetti. İlave olarak kalkıp uzunca bir süre konuşmuş, yine insanları bezme noktasına getirmiştik. Böyle alternatif sahnelerin ayakta kalabilmesi için; oyuncuların illaki televizyon yapımlarında boy göstermek zorunda olduğundan bahsettik. Çünkü, bir tiyatro kumpanyası oynadığı geceler, tek bir koltuk boş kalmayacak şekilde, içeriyi tıklım tıklım doldursa bile o tiyatro mali bir zorluğu yaşayacaktır diye de ekledik. Bu durum beraberinde getirdiği; televizyon, tiyatroyu olumsuz mu etkiliyor tartışmalarına yol açıyor. Bu düşünceyi biraz daha ileriye götüren tiyatro eleştirmenleri, bu durum tiyatroları maddi anlamda rahatlasa da içinin boşaltılmasını sağlıyor. İnsanlar tiyatroya televizyonda izledikleri oyuncuları görmek için geliyor deniyor.
Daltaban, yeniliğe çok açık olduğu için midir bilmiyoruz; medyascope.tv'de yayın yapmaya başlamış. Biz yeni rastladık bu güzel içeriğe. Medyascope'un en önemli silahı sloganlarında belirttikleri gibi "çünkü özgür" olması. En azından şimdilik o platform özgür. Bu içerikte bir yayını kanallarda yapsa Daltaban izlenmezdi. Ha şimdi de Periscope'ta yayın yapılırken izlenme sayısı nasıl bilmiyoruz, fakat şunu biliyoruz ki reytingler bahane gösterilerek kaldırılacak bir program değil.
Şeyler ve Şeytanlar ismini verdiği programa Türkiye Tiyatrosu'nun yaşayan en büyük ustalarından Genco Erkal konuk olmuş, Art arda anıları sıraladı, gündemden konuştu. Program her yönüyle mükemmeldi, bir on iki saat daha sürse, on iki saat izlerdik.
   Genco Erkal ile tanışmamız bir hayli geç. Sivas '93 oyunu ile ilk defa izledik Erkal'ı. İlerleyen yaşına rağmen; yaka mikrofonu kullanmıyor, sahne sanatları bölümünden yeni mezun olmuş bir genç gibi istekli bir oyun ortaya koyuyordu. Bir talihsizlik sonucu düştü sahnede, yanlış hatırlamıyorsam biraz da kaşı açılmıştı. Fakat hiç bozuntuya vermeden devam etti oyununa Genco Erkal.
Hazırlığının direktörlüğünü Uğurcan Ataoğlu'nun yaptığı afişi, Sabancı Kültür Merkezi'nin girişinden söküp çantamıza katma gibi bir hedefimiz varken; biri bizden önce davranmıştı. Öyle etkileyici bir oyundu, her yönüyle. Daha sonra çok uzun süre izleme fırsatı yakalayamadık Erkal'ı Ben Bertolt Brecht'e kadar. Bertolt Brecht ile tanışmamızı sağlayan isim bir diğer Türkiye Tiyatrosu büyüğü Ferhan Şensoy'du. Üniversitenin hazırlık senesinde, İngilizce'den çok Türkçe ile zamanımı geçiriyordum. Sıkıntılı bir süreçte, sevmediğin okulda, kitaplara sarılmıştım. Hayatımda en çok kitap okuduğum dönemdir hazırlık senesi. Brecht'in iletişim'den çıkan Beş Paralık Roman'ını okumuştum. Romanın yazıldığı dönem ile şimdiki arasında hiçbir fark yok, sadece zaman-mekan ve kişiler farklıydı. Brecht, kitapta, yozlaşmışlığı, yoksulluğu ve toplumu şiddete sevk eden her öğeyi sorguluyordu. Geleceği görebilen bir adam olduğunu anlıyordunuz Brecht'in. Eniştemin kütüphanesinden arakladığım; Halkın Ekmeği de Brecht'in o epik anlatmını, devrimci ruhunu nasıl dizeleştirdiğini gösteriyordu. Epik tiyatroyu ve Brecht'in sık sık başvurduğu kabare tiyatrosunu öğrenmek için; okulun kütüphanesinden bir kitap almıştım, birinci sınıftı, zor zamanlardı. Zor zamanlardı çünkü; temel tasarım ile sıkıntılarım vardı, soyut düşünemiyordum, hocaların verdiği İngiliztanca dersleri anlamakta güçlük çekiyordum. Çok Sayın Örnek Alınanlar Listesinde Başlarda Yer Alan Hocam ile zaman zaman tiyatro konuşuyor, o da benim Sayın Mor Hoca ile görüşmemi söylüyordu. Sanki 12 Eylül sürecindeymişçesine; sürekli yasaklı kitaplar bulunduruyormuşum gibi kitaplarımı hep çantamda saklarım. Birincisi kitaba bir zarar gelmesini asla istemem, ikincisi ise okumayı insanlar hava atılacak bir fiilmiş gibi görmeye başlamıştı. Üniversiteydi, ve birilerinin sanatı kullanarak hatun düşürme derdi vardı, çünkü çük sanattan daha önemliydi orada. Arkadaşım Epik Tiyatro kitabını görünce, incelemiş, masanın üzerine koymuştu, ben de kapıdan içeri girdim, çok sevdiğim morlu kadın kitabı incelemeye başlamış, uzaktan gördüm, masama geçerken herkese bakarak:
   "Kim okuyor bunu?" diye sordu. Sürekli projelerimi parçaladığından kendisinden de çekinerek "Ben..." diyebilmiştim sadece. Candan bir ses tonu ile "Aferin!" dedi, bir daha da birinci sınıfın sonuna kadar bir aferin duymamıştım zaten o derste. O kitabı okudum, Brecht'in günlüklerini okudum; Brecht'i biraz daha anladım sanarak İstanbul'a Şensoy'un Brechtiyen bir tutumla yazdığı Nasri Hoca ve Muhalif Eşeği'ni izlemeye yola koyuldum. Beğenmemiştik. Ortaoyuncular'In DVD'lerinden izlediğimiz Brecht uyarlaması "Üç Kurşunluk Opera" daki mükemmelliğin onda biri yoktu oyunda. Bir Ferhan Şensoy hayranı olarak; bu duruma çok takılmadık, her oyunun tam olgunlaşacağını düşünmek zaten çok saçmaydı. Uzunca bir süre bir daha Brecht etkisinde bir oyun izlemedik; Genco Erkal'ın Ben Bertolt Brecht'ine kadar. Genco Erkal'ın Tülay Günal ile birlikte uyumu göz dolduruyordu. Oyun şarkıları bir kabarede tiyatrosunda olabilecek kadar sade ve etkileyiciydi.
   Asıl vurucu oyun; Bir Delinin Hatıra Defteri idi. Ankara Devlet Tiyatrosu'nda yok satan performansı ile Erdal Beşikçioğlu çok fazla övgü alıyor, izleyen herkes büyüleniyordu. Bizim hayatımızda Ankara'dan çok, Ankara'da yaşayanlar olduğundan o oyunu izleyememiştik. Erdal Beşikçioğlu sanıyorum bir söyleşisinde Genco Erkal'dan oyunu izlediğini belirtmişti, biz de hep merak ediyorduk Usta bu oyunu nasıl oynuyordu diye. Usta bir gün tivit attı, oyunun ilk sergilenmesi üzerinden elli yıl geçmiş, bunun şerefine tekrar Poprişçin olacaktı Genco Erkal. Bu habere oldukça heyecanlandık, yerimizde duramadık. Bir kez daha okuduk Bir Delinin Hatıra Defteri'ni.
Dostlar Tiyatrosu, İzmir'e turneye çıkacak haberini okur okumaz yazıldık biletlere! Muhteşem bir performans izlemiştik, yaşı ilk izlediğimizden beri altı-yedi yıl geçmesine rağmen daha da gençleşmişti. Bütün seyirci, Usta'yı o gün on dakika ayakta alkışladı. Bir seyirciyi bile duygulandıran bu alkış töreninde Genco Erkal'ın ne hissettiğini az da olsa tahmin edebilir her tiyatro sever.
Genco Erkal bu programın başında aslında bizlere sanatçılığı özetledi: "İyi olmak zorundayız, herkes bizden iyi olmamızı bekliyor ki onlara biraz umut verelim..."
   Cumartesi gününüzden ve bu programdan daha fazla çalmak istemiyoruz, programın devamını da sizlere bırakıyoruz. Genco Erkal'ı bilmek gerekiyor, halen hayattayken izlemek şart! Kendisinin bir otobiyografisini okumak çok etkileyici olabilirdi, kendi söyleşisinden anladığımız şu ki; tiyatro öyle sert bir patron, bir türlü izin alamadığın. Bir türlü izin alıp, kendi hayatını üçüncü sınıf hamur kağıtlara basmaya zamanın olmuyor. Ferhan Usta da bunu şöyle belirtmişti yayımlanmamış gecedestede:
işim arasına sıkışan yaşam
tiyatro bir deli attır
at üstündeyim
hep yarıştayım
bir gün attan düşersin
the end
bu böyle bir maratondur
çok molalar veremezsin
   -Ulan Güney, yine malumatfuruşluk yapıyorsun!
Söyleşi İçin:
Şeyler&Şeytanlar: Efsanevi Bay Erkal! Konuk: Genco Erkal

Fotoğraf: Muhsin Akgün